Türkiye Türkçesi ve Risâle-i Nur

Türkiye Türkçesi Risâle-i Nur’larla cihanşümûlleşecektir! Bu bir iddia değildir. Mevsim güzel gider, şartlar elverirse mutlaka gerçekleşecek bir hakîkattir. Allah demenin suç, elif yazmanın cinayet kabul edildiği, zifirî karanlık bir dönemde altı bin sayfalık bir eser altı yüz bin defa Anadolu halkınca yazıldığına göre…

 

Bu zifirî dönemleri, zemherîr mevsimleri dimdik ve muzafferâne aşıp gelen Risâle-i Nur, Türkçe konuşan coğrafyalara diliyle, üslûbu, muhakemesi, estetiği, belâgat nezaheti ve bent tanımaz akıcılığıyla elbette hükmedecektir. Ona karşı mücadele ettiklerini zannedenler de onun diliyle mukabele edecek ve üslûbuyla konuşacaklar, bir gün.

Bir önceki yazımızda Risâle-i Nur’un vehbî (Allah vergisi) olduğunu söylemiştik. Acaba dili için de aynı şeyi söyleyemez miyiz? Anadili Kürtçe, Arapçayı on üç-on dört yaşında öğrenmiş ve Türkçe’yi ancak yirmi küsûr yaşlarında yazıp çizebilen bir insandan Risâle-i Nur dilinin veya üslûbunun südûrunu, çıkışını siz nasıl karşılarsınız?

Ülkemizin en büyük dil ve edebiyat âlimine “Muhakemat” eserini takdim edip, mütâlâalarını istirham etmiştim. El’an hayatta olan o zat, eserin bedâhet, belâgat ve derinliğinden epeyce zaman alacağından bahsetmişti. O günlerde üniversitedeki yoğunluğundan, zamansızlıktan şikâyet ediyordu. İşte bu üslûb ve belâgatın vehbîliğini kabul etmediğinizde sebepleri sıkıntıya sokmuş olursunuz.

Bazan da Risâle-i Nur’a, Kur’ân’ın yirminci asır Türkiye Türkçe’sine bir yansıma olarak bakmak gerekmez mi? Yani Nur’un lisânının Kur’ânî olduğunu birileri iddia etse mübalâğa mı etmiş olurlar. Hatta denilebilinir ki, Kur’ân’ın nuzûlünden sonraki tüm medeniyet dilleri kuvvetlerini Kur’ân’dan almışlardır. Asr-ı Saadette Süryânice’nin yanında henüz Arapça’ya yer verilmediğinden İmam-ı Ali (r.a.) ve devrin diğer eser sahipleri eserlerini Süryânice’de yazmışlar. Kur’ân’ın dili olarak Arapça, tekâmülünü Zemahşerî, Sekkakî ve Cürcânî gibi âlimlerce tamamladığında zaman ancak bin senelerini gösteriyordu. Fransızcanın dünya dilleri arasındaki yükselişi, yedi yüz sene sonra gerçekleşecektir. Kur’ân’ın memesinden süt emen âlimler ve edipler Arapça’yı zirveye taşırken, Maverâünnehir ve İran coğrafyası da Kur’ân güneşinden aldığı feyizle Farsçayla yükselecekti. Kur’ân’ın bendesi ve talebesi Mevlânâ ile Farsça, Ganj ırmağından Tuna boylarına kadar çınlayacaktı. Mevlânâ Türk’tü. Divanını Farsça’da yazan Sultan Selim de Türk’tü… Fakat Türkçe ilim-edebiyat dünyasında boy verme imkânı bulamamıştı…

Üniversitelerimizin temsilcisinin, Türkçenin ilim dili olamayacağını itirafı bizi üzmüştü. Bu sözü düşmanlık veya tarafgirlik hissiyle mi söylemişti? Fakat burada bir hakîkati gözardı edemiyoruz: Yüz seneye yakındır dilimizde başlayan ırkçılık ve kültürel din düşmanlığının beraberinde getirdiği kelime ve kavram katliâmıyla perişan olmuş şu Türkçe, elbette ilim dili olamazdı. Din düşmanlığı ve Avrupa karşısındaki komplekslerle Arapça’yı dilden saymayan, Batı dillerini baş tacı eden resmî ulemanın bilemediği bir husus var: Meşhur İngilizce, Fransızca ve hatta Almanca da kuvvetlerini Arapçadan ve dolayısıyla Kur’ân’dan almışlardır. Avrupa medeniyetinden yaklaşık bin sene önde olan Endülüs Medeniyetini eski halleriyle hangi Avrupa dili yüklenebilecekti ki? O günün eserleri ortada. Yalnızca dilin yapısına, kelime hazinesine ve fiil çekimlerine baktığınızda hakîkat ortaya çıkıyor. Belâgat, cezâlet, estetik ve âhenk aramıyoruz. Endülüs’ün kültürünü taşıyabilecek Fransızca, İngilizce ve Almancayı Kurtubalı Avrupa alimleri inşaa edeceklerdi. Arapçadan sonra mükemmeliyet ve zenginliğiyle övünen Fransızcanın bugünkü hâli, Endülüs’ün bir hediyesiydi. Bizde ırkçılığı teşvik eden Fransız ve İngilizler, başta Arapça ve beraberinde Farsça olmak üzere İslâm milletlerinden aldıkları bir çok kelimeyi atmamışlar. Yavuz Sultan Selim’den sonra Osmanlıda başlayan “Batıya meyil”, maalesef dilde de tereddîyi (gerilemeyi) netice vermiş. Avrupa’nın ilim ve sanatını ihtiva eden kelimeler yerine; sefahat, zevk ve modasını seslendiren tabirler ve daha sonra yazılı edebiyat mülevves bir dere şeklinde içimize doğru akıp gelmiş. Batı tesirindeki edebiyatımız bunun canlı şahididir.

Beş yüz sene Doğu dillerinin, sonraki beş yüz senede de Batı dillerinin gölgesinde kalmış, semaya ser çekmeye, boy atmaya imkân bulamamış Türkçemizin, yirminci asırla birlikte direkt Kur’ân güneşinin iltifatına Risâle-i Nur’larla mazhar olduğunu müşâhede ediyoruz. Türkçe konuşan coğrafyaların Kur’ân’dan sonraki başucu kitabı Türkiye Türkçesinde yazılmış Risâle-i Nur olunca, bu dilin meşhur dünya dilleriyle eşit seviyeye çıkacağını beklemek hayal mi olur?

Türkiye’yi ve Türkçeyi New York’taki enstitülerde ilmî ve sessizce takip edenler, Türkçemizin nasıl bir sıçrama kabiliyetine sahip olduğunu çok iyi biliyorlar! Bin senelik Müslüman Türk kültürünü Hülagûca yakıp yıkanlar, Kur’ân’ın Türk dilinde Anadolu’da yansımasını bulacağını hesaplayamadılar. Osmanlı mirası eserlerin yüzde doksanını yakan, toprağa gömen veya leblebi fiyatına dış ülkelere satanlar, Risâle-i Nur’a da engel olmak istediler. Kur’ân’dan nurunu alan mum da olsaydı söndürülemezdi… Risâle-i Nur’un tarihçesi garîb olduğu gibi Risâle-i Nur’la yeniden doğan Türkçesi de gariptir. İslâmın izzetini vikaye ve korumakla vazifeli şu milletin dilini sevenler, Risâle-i Nur’a kuvvet vererek cihana neşretmek zorundalar. Yirmi birinci yüzyılın “Türkiye yüzyılı” olmasını isteyenlere bir çağrımız var: Bu yüzyılın dili Türkçe olacaksa, mutlaka Risâle-i Nur’un lisanı olacaktır. Zîra bu Kur’ânî hazineden başka, dünya medeniyetini tatmîn edecek bir başka Türkçe lehçe ve eser yok…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*