Türkiye’nin ekseni

Gazze’ye yardım gemilerine yapılan kanlı saldırı sonrası Türkiye’nin İsrail karşısında ortaya koyduğu tavır, İslâm dünyasındaki dinamiklerin Türkiye lehine hareketlenmesine yol açtı. Türkiye’nin bundan başka, çeşitli anlaşmalarla ve “komşularımızla sıfır problem” yaklaşımıyla dinî-tarihî-kültürel bağlarımız bulunan İslâm alemine yakınlaşması “eksen kayması” tartışmalarını beraberinde getirdi.

Bu tartışmaların Türkiye’nin iki buçuk asırdır süren Batılılaşma macerasının son demlerinde yaşanması birçok açıdan manidardır. Bu fotoğrafın doğru yorumlanması, zaten kaymış olan eksenimizin doğru yörüngeye oturtulabilmesi anlamına gelmektedir.

Aslolan şudur ki, Sultan Abdülmecid zamanında ilan edilen “Tanzimat Fermanı” (1839), Türkiye’nin köklerinden ve değerlerinden uzaklaşıp Batı eksenli yeni bir değerler manzumesini kabul anlamına geliyordu. Osmanlı Devleti, Tanzimat Fermanı ile siyasî, içtimâi, edebi sahada yeni bir dönem girmişti. Ahmet Hamdi Tanpınar, bunun; asırlarca mücadele halinde bulunduğumuz başka bir medeniyetin dairesine girerek onun değerlerini açıkça kabul etme anlamına geldiğini söylüyordu. Asırlarca Avrupa’yı gölgesinde bırakmış bir cihan devletinin içine düştüğü kötü durumdan kurtulabilmek maksadıyla Avrupalılaşma hareketini başlatması, Batı eksenli bir arayışa girmesi toplumumuzda köklü değişiklikleri de beraberinde getirdi. Bundan sonra Avrupaî yaşantı, Batılılaşma fikrine zıt olarak kültürümüzün her noktasında kendini göstermeye başladı.

Bediüzzaman’ın “Dünya büyük bir mânevî buhran geçiriyor. Manevi temelleri sarsılan Garp cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir tâun felâketi gittikçe yeryüzüne yayılıyor” diyerek tesbit ettiği dinsizlik ve imansızlık vebası, ülkemize, eksenimizin Batı’ya kaymasından sonra Batı eliyle girdi. Ne yazık ki Cumhuriyet projesi de dinî değerleri dışlayan, köklü bir tarihi yok sayan bu eksen üzerine inşa edildi. Bu eksen kaymasından sonradır ki Risâle-i Nur müellifinin ifadeleriyle, terbiye-i İslâmiye zedelendi, milletin kalp hastalığı olan zaaf-ı diyanet baş gösterdi, ehl-i İslâm sımsıkı temessük ettiği dinden elini gevşetti, cihangir bir devletin üzerine felâketler peşi sıra yağıverdi. Dini rüşvet verip dünyayı kazanacaklarını zannedenler aldanmışlardı. Bediüzzaman’ın “Umûr-u diniyede müsamaha veya teşebbühle medenîlere yanaşmayın. Çünkü, aramızdaki dere pek derindir; doldurup hatt-ı muvasalayı temin edemezsiniz. Ya siz de onlara iltihak edersiniz, veya dalâlete düşer, boğulursunuz” ikazını dikkate almamak bize kimliksiz, köksüz, buhranlarla dolu nesiller armağan etti.

On sekiz yıl boyunca semalarımızdan yükselen “Tanrı uludur”lu Türkçe ezanı aslisine çeviren, Bediüzzaman’ın takdirkârane övgülerine mazhar olan, Bağdat Paktı’nı kuran Adnan Menderesli Demokrat Parti hareketi bir anlamda köklerimize dönüşün sinyallerini vermişti. Ne var ki, bugün olduğu gibi İslâm dünyasına yakınlaşma, asli köklerimize dönme çabası kanlı ihtilallerin de sebeplerinden biri olacaktır. Batı, Lozan’ın arka planında, dinî değerleri yok etme hususunda son derece hevesli olanlarla yaptığı gizli anlaşmalardan son derece memnun bir şekilde, bundan sonra Türkiye’nin sözünden çıkmasına, kendi başına hareket etmesine, “bir bir bir”lerle bağlı olduklarıyla birleşmesine asla izin vermeyecektir.

Bugün gelinen noktada ise; on yıllardır bizi AB kapısında oyalayan, Bosna, İsrail, Afganistan vb. meselelerde iki yüzlü davranan Batı, bu riyakârlığıyla, hiç istemese de, “ehl-i imanı birbirine bağlayan nuranî rabıtalar”ın Müslümanların tekrar gündemine girmesine sebep olmuştur. Bu bağlamda, bu hissiyatın ve olumlu havanın politik heveslere ve kararlara kurban edilmeden değerlendirilmesi, Türkiye’nin gerçek ekseniyle buluşmasına vesile olacaktır.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*