Ümit kesilir mi?

Image

“Allah’ın Rahmetinden ümîdinizi kesmeyin!”

(Zümer: 53)

Ümitvâr olmak!..

Öylesine ümitvâr olmak ki, hiçbir menfî hâdise, hiçbir zorluk, hiçbir zulüm, hiçbir baskı, hiçbir zâlim kuvvet o ümîdi söndürmeyecek; söndüremeyecek.

Dünyanın bütün menfî hâdisâtı etrafını sarsa, bütün zâlimler, dessaslar, kavîler karşında dursa; sebepler noktasında güvendiğin her şey ve herkes seni terk etse bile aslâ bedbîn olmayacak, asla telâşa düşmeyecek derecede ümitvâr olmak. Kısaca dünya karşına geçse ve sen tek başına kalsan bile kat’iyyen ümîdini kesmemek…

Peki bu mümkün mü?

Elbette ki mümkün. Çünkü ümitvâr olmak, hiçbir hâl ve şart karşısında ümidini kesmemek Allah’ın emridir. O Allah ki, Hakîm’dir; abes iş yapmaz. Her işinde, her emrinde hikmet saklıdır. Eğer mümkün olmasaydı emreder miydi? “Allah’ın Rahmetinden ümîdinizi kesmeyin!” (Zümer: 53) der miydi?

Kaldı ki her hâl ve şart altında ümitvâr olmanın, hiçbir sebeple ye’se düşmemenin mümkün olduğunu hayatlarıyla bizzat gösteren rehberler var önümüzde.

Başta Rasûlûllah Efendimiz (asm) olmak üzere İslâm tarihi bu örnek ve lider şahsiyetlerle dolu. Her biri ümmetin acze düştüğü zamanlarda dayanak, ye’se düştüğü dönemlerde ümîd olmuş; kuvvet vermiş; şevk vermiş şahsiyetler.

İşte bu şahsiyetlerden birisi olan Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleri de asrımızla ve asrımızın insanı ile doğrudan münâsebettar birisi olarak bütün hayâtı boyunca insanlara ümîd aşılamış, şevk vermiş, aslâ ye’se düşmemiş ve düşürmemiş bir şahsiyettir. Ümitvâr olmayı hayat felsefesi haline getirmiş, ye’sin “mânî-i herkemâl” olduğunu söyleyip bunu da aklî ve mantıkî delillerle isbât ederek hayâtıyla da örnek olmuştur. Ümidsizliğin insanların şahsî hayatında olduğu gibi, cemiyet hayatında da ne kadar onulmaz yaralar açtığını görebilmek için onun “Hutbe-i Şâmiye” adlı eserinin hemen baş tarafında ortaya koyduğu hakîkatlere bakmak yeterlidir sanıyorum.

Mezkûr eserinin başlarında âlem-i İslâmı, Avrupa karşısında maddî cihette geride bırakan sebeplerin en başında, birinci sırada saydığı hastalık ye’stir. Ve bu hastalıkların çâresi olarak da yine ilk sırada saydığı kelime “El-emel,” yani, rahmet-i İlâhiyeden kuvvetli ümit beslemektir.

“Evet, ben kendi hesabıma aldığım dersime binaen, ey İslâm cemâati, müjde veriyorum ki, şimdiki âlem-i İslâmın saâdet-i dünyeviyesi, bâhusus Osmanlıların saâdeti ve bilhassa İslâmın terakkîsi, onların intibâhıyla olan Arabın saâdetinin fecr-i sâdıkının emâreleri inkişâfa başlıyor ve saâdet güneşinin de çıkması yakınlaşmış. Ye’sin rağmına olarak ben dünyaya işittirecek derecede kanâat-i katiyemle derim: İstikbal yalnız ve yalnız İslâmiyetin olacak; ve hâkim, hakaik-ı Kur’âniye ve îmaniye olacak.”

(Tarihçe-i Hayat, s. 79)

Burada dikkatlerimizden kaçırmamamız gereken çok önemli bir nokta var. Dikkat edelim; bu sözün söylendiği, bu hutbenin îrâd edildiği dönem; Osmanlı’nın, bir başka ifade ile Âlem-i İslâmın çöktüğü, parçalandığı; Cihân Harbi’nin ayak seslerinin duyulduğu bir dönemdir. Yalnızca devletlerin, milletlerin değil, ferd ferd bütün insanların dünyalarının karardığı, ümidlerinin yıkıldığı bir dönemdir. İşte böyle bir zamanda, böyle bir vasatta Allah’ın emrine olan itâat ve îtimâdı sâyesinde, îmânından aldığı kuvvetle aslâ ümîdsizliğe düşmemiş, düşenleri de îkaz etmiştir. Üstelik bu tavrı kuru bir iddia, ham bir hayâl de değil, aklın ve mantığın, Allah’ın emrine olan îtimat ile birleşmesinin bir netîcesidir. “İstikbâl yalnız ve yalnız İslâmiyetin olacak; ve hâkim, hakaik-ı Kur’âniye ve îmâniye olacak” derken “bu dâvâsına çok bürhanlardan ders aldığını” beyân etmektedir. Ve bu bürhanlardan “bir buçuk bürhan” dediği deliller ise yine Allah’ın dînine olan îtimâdı ve îmânının kuvvetidir.

Der ki: “İslâmiyet hakaikı hem ma’nen, hem maddeten terakkî etmeye kabil ve mükemmel bir istidâdı var.”

Ma’nen terakkî vesîlelerinin İslâmiyet hakaikı içinde bulunduğunu ispat ederken verdiği misâl de basit, ama basit olduğu kadar da muknîdir.

“Biliniz! Hakîki vukuâtı kaydeden tarih, hakîkate en doğru şahittir. İşte tarih bize gösteriyor. Hakîkat-i İslâmiyet’in kuvveti nisbetinde, Müslümanlar o kuvvete göre hareket etmeleri derecesinde ehl-i İslâm temeddün edip terakkî ettiğini tarih gösteriyor.” Öyle ise bundan sonra da Müslümanlar olarak o kuvvete göre hareket etmemiz derecesinde yeniden temeddün edip terakkî etmememiz için, dolayısıyla da ye’se düşmemiz için hiçbir sebep yoktur.

Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi ümitvâr olmak için zamanın şartlarının uygun olmasını beklemek gibi bir mecbûriyetimiz aslâ yoktur. İşte yine Bedîüzzamân’dan yaşanmış bir örnek dahâ:

Meşhûr 31 Mart hâdiseleri gerekçesi ile çıkarıldığı Divân-ı Harb-i Örfî Mahkemesi’nde berâet ettikten sonra İstanbul’dan ayrılıp Van’a giderken uğradığı Tiflis’de, Şeyh San’an Tepesine çıkar. Dikkatle etrafı temâşâ ederken, yanına bir Rus polisi gelir ve sorar:

“Niye böyle dikkat ediyorsun?”

“Medresemin plânını yapıyorum.”

O der: “Nerelisin?”

Bedîüzzamân: “Bitlisliyim”

Rus polisi: “Bu Tiflis’tir”

Bedîüzzamân: “Bitlis, Tiflis birbirinin kardeşidir.”

Rus polisi: “Ne demek?”

Bedîüzzamân: “Asya’da, âlem-i İslâmda üç nur birbiri arkasında inkişâfa başlıyor. Sizde birbiri üstünde üç zulmet inkişâfa başlayacaktır. Şu perde-i müstebidâne yırtılacak, takallüs edecek; ben de gelip burada medresemi yapacağım.”

“Heyhât! Şaşarım senin ümîdine.”

“Ben de şaşarım senin aklına! Bu kışın devamına ihtimal verebilir misin? Her kışın bir bahârı, her gecenin bir nehârı vardır.”

“İslâm, parça parça olmuş?..”

“Tahsile gitmişler.”

Bu “Tahsile gitmişler” sözü dünyayı ve dünyanın hâdiselerini doğru okumanın; doğru okuyor olabilmenin bir işaretidir. Zîrâ tahsil dönemi zordur; sıkıntılıdır; yorucudur. Derslerin, hocaların, hükmü geçenlerin kurallarına, kaprislerine katlanmayı ve çok çalışmayı gerektirir. Ancak sonunda elde edilecek netîce gün gelecek çekilen sıkıntıları hiçe indirecektir. Bu netîcelere ulaşabilmek için de şevkle, cehdle, ümîdle yılmadan, usanmadan çalışmak gerekmektedir.

“İşte Hindistan, İslâmın müstaid bir veledidir; İngiliz mekteb-i idâdîsinde çalışıyor. Mısır İslâmın zekî bir mahdûmudur; İngiliz mekteb-i mülkiyesinden ders alıyor. Kafkas ve Türkistan İslâmın iki bahadır oğullarıdır; Rus mekteb-i harbiyesinde ta’lîm ediyorlar, ilâ âhir…”

O gün her biri bir başka ülkenin esîri durumundaki şu memleketler bugün yine her biri ayrı bir devlet olmanın, hürriyetlerini kazanmanın, yeniden İslâmiyete lâyık, Müslümana yakışır bir hâle gelmenin eşiğini aşmışlar ve Bedîüzzamân’ın o günkü hükmünü tasdîk etmişlerdir.

Bizler de bugün, içinde bulunduğumuz şartların o günün şartlarından çok dahâ iyi, çok dahâ kolay, çok dahâ ümit verici olduğunu görüp aslâ ümitsizliğe düşmeden, aslâ ye’se kapılmadan şevkle, azimle, gayretle çalışmalıyız; çünkü:

“Biz Kur’ân şakirtleri olan Müslümanlar, bürhâna tabî oluyoruz, akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-ı îmâniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bazı efradları gibi ruhbanları taklit için bürhanı bırakmıyoruz. Onun için, akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bürhan-ı aklîye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur’ân hükmedecek.”

 (Târihçe-i Hayât, s. 80)

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*