Üslûp ve kavl-i leyyin

Bedîüzzamân Hazretleri, hizmet-i Kur’âniyede bulunanlara; “Envâr-ı Kur’âniyenin sühûlet-i intişarları için irşâd ve nasihâtinde ‘Ona yumuşak söz [kavl-i leyyin] söyleyin.’ 1 âyetindeki lûtf-u irşâdı kendine rehber etsin.” 2 der. Bu ölçü bizlere üslûp ve hizmet noktasında önemli bir mihenktir.

Üslûbun çeşitli mertebeleri vardır. Aynı zamanda üslûp, hakîkat şişesindeki zülâl-i mânâdır (tatlı mânâdır). Üslûp, tabiatıyla mânâya işaret etmelidir. Çünkü “Kelâmın elbise-i fâhiresi [kıymetli, değerli elbisesi] veyahut cemâli ve sûreti, üslûp iledir.3 ” İrşâdın tam ve faydalı olmasının birinci şartı, cemaatin istidâdına göre olması lâzımdır. Cemaat ise farklı istidâtlardaki insanların aynı maksatta ittifakıdır. Öyleyse herkes hakikatleri çıplak olarak göremez, ancak onlarca malûm ve me’lûf üslûp ve elbise altında görebilirler. Bu sebeple Risâle-i Nûr’da, müstesnâ bir edebiyat, belâğat ve îcâz; nazîrsiz, câzip ve orijinal bir üslûp vardır. Evet, Bediüzzaman zatına mahsûs bir üslûba mâliktir. Onun üslûbu, başka üslûplara muvâzene ve mukâyese edilemez. Bunun içindir ki Risâle-i Nûr çekici bir üslûp ve güzel bir ifâde ile beyan edip rûh ve akılları tenvir ve tatmin ediyor.
Üslûp konusunda Kur’ân’da Hz. Musa (as) kıssasında “kavl-i leyyin” metodu vardır. Firavun ilâhlık iddiâsında bulunur ve “Ben sizin en yüce rabbinizim.” 4 der. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, Hz. Musa (as) ile Hz. Harun’a (as) teblîğ görevi verir ve emreder: “Firavun’a gidin. O iyice azdı. Ona yumuşak söz söyleyin, olur ki sizi dinler yahut Allah’tan korkar.” 5 diye uyarıda bulunmalarını ister.
Kur’ân’da yüce Rabbimiz “İnsanlara, güzel söz söyleyin.” 6 emreder. Yine başka bir âyette “Gönül alıcı sözler söyleyin.” 7 buyurur. “Sözün doğrusunu söyleyin.” 8 de yine Rabbimizin âyetlerindendir. “Yumuşak söz” de Kur’ân’ın bizlere teblîğ ile ilgili bir emridir. Âyetteki ifâdesiyle “kavlen leyyinen”dir.
Hem “Dünya öyle bir meta’ değil ki nizâa değsin.” Çünkü, fânî ve geçici olduğundan kıymetsizdir. Koca dünya böyle ise, dünyanın cüz’î işleri ne kadar ehemmiyetsiz olduğunu anlarsın. Hem “İki cihanın rahat ve selâmetini iki harf tefsîr eder, kazandırır: Dostlarına karşı mürüvvetkârâne muâşeret ve düşmanlarına sulhkârâne muâmele etmektir.” 9

DİPNOTLAR:

1- Tâhâ Sûresi, 20 :44.
2- Barla Lâhikası, 2006, s: 405.
3- Muhakemat, 2006, s: 126.
4- Nâziât Sûresi, 79: 24.
5- Tâhâ Sûresi, 20: 44.
6- Bakara Sûresi, 2: 83.
7- Nisa Sûresi, 4: 8.
8- Ahzab Sûresi, 33: 70.
9- Divan-ı Hafız, s. 14, 5. Gazel.
10- Mektubat, 2004, s: 446.
11- Mektubat, 2004, s: 447.
12- İsra Sûresi, 53.
13- Al-i İmran Sûresi, 159.
14- Fussilet Sûresi, 34.
15- Tayyib fî Şerhi Dîvâni’t-Tayyib, s. 387.
16- Furkan Sûresi, 25: 72.
17- Teğabün Sûresi, 64: 14.
18- Mektubat, 2004, s: 453.
19- Hucurat Sûresi, 10.
20- Fussilet Sûresi, 34.
21- Âl-i İmran Sûresi, 134.
22- Ceylan Çalışkan’ın notlarından.
23- Tarihçe-i Hayat, 2006, s: 103.
24- Lem’alar, 2005, s: 181.

“Sen mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit, ‘Mesleğim haktır veya daha güzeldir’ demeye hakkın var. Fakat ‘Yalnız hak benim mesleğimdir’ demeye hakkın yoktur” sırrınca, insâfsız nazarın ve düşkün fikrin hakem olamaz, başkasının mesleğini butlân (bâtıl) ile mahkûm edemez.”10 ölçüsü de bizler için önemli bir düstûrdur.
Bedîüzzamân Hazretleri “Adâvet [düşmanlık] etmek istersen, kalbindeki adâvete adâvet et, onun ref’ine çalış.” der. “Hem en ziyâde sana zarâr veren nefs-i emmârene ve hevâ-i nefsine adâvet et, ıslâhına çalış. O muzır nefsin hatırı için mü’minlere adâvet etme. Eğer düşmanlık etmek istersen, kâfirler, zındıklar çoktur; onlara adâvet et. Evet, nasıl ki muhabbet sıfatı muhabbete lâyıktır. Öyle de, adâvet hasleti, herşeyden evvel kendisi adâvete lâyıktır.“ 11 diye itirâz edilecek hedefleri bizlere göstermektedir. Yüce Rabbimiz de; “Kullarıma, sözün en güzel olanını söylemelerini söyle. Çünkü şeytan aralarını açıp bozmaktadır. Şüphesiz şeytan insanın açıkça bir düşmanıdır.” 12 buyurmaktadır. Böylece esâs düşmanımızın şeytan olduğu bildirilmiştir. Yine gelen bir âyette teblîğ noktasında bizlere bir usûl gösterilmekte ve yumuşak davranmamız gerektiği söylenmektedir. “Allah’tan bir rahmet dolayısıyla, onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın onlar çevrenden dağılır giderlerdi. Öyleyse onları bağışla, onlar için bağışlanma dile ve iş konusunda onlarla müşâvere et. Eğer azmedersen artık Allah’a tevekkül et. Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever.” 13 Böylece en yakınımızda bulunan hizmet kardeşlerimizle nasıl muâmelede bulunacağımız da belirtilmektedir. Hem “İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda (kötülüğü) uzaklaştır; o zaman, (görürsün ki) seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost(un) oluvermiştir.” 14 Burada da yine mükemmel bir hizmet öğüdü ve prensibini yüce Rabbimiz biz kullarına göstermektedir.
Eğer kötülüğe “mukabele-i bi’l-misil [aynıyla mukabele]” kâidesi ile karşılık verirsek, düşmanlık daha da artar. Kişi zâhiren mağlûp bile olsa, kalben kin bağlar, düşmanlığı devam eder. Eğer iyilikle mukabele edilse, nedâmet eder, dost olur. ”İyi ve izzetli birine iyilik edersen, onu elde edersin. Kötü birine iyilik edersen, o daha da azar.” 15 kâidesi bu noktada mihengimiz olmalıdır.
Öyleyse “Mü’minin şe’ni, kerîm olmaktır. Senin ikrâmınla sana musahhar olur. Zâhiren leîm (aşağı) bile olsa, îmân cihetinde kerîmdir. Evet, fenâ bir adama ‘İyisin, iyisin’ desen iyileşmesi ve iyi adama ‘Fenâsın, fenâsın’ desen fenâlaşması çok vukû’ bulur. Öyleyse, ‘Boş sözlerle, çirkin davranışlarla karşılaştıkları zaman, izzet ve şereflerini muhâfaza ederek oradan geçip giderler.’ 16 ‘Eğer onları affeder, kusûrlarına bakmaz ve bağışlarsanız, şüphesiz ki Allah da çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir.’ 17
Elhasıl: “El-hubbu lillâh [Allah için sevmek], ve’l-buğzu fillâh [Allah için buğzetmek], ve’l-hükmü lillâh [Allah için hüküm vermek] olan desâtir-i âliye [yüksek ve ulvî düstûrlar] düstûr-u harekât olmazsa, nifâk ve şikâk meydan alır. Evet, el-buğzu fillâh, ve’l-hükmü lillâh demezse, o düstûrları nazara almazsa, adalet etmek isterken zulmeder.” 18 Böyle bir zulümden korkmalıyız. Çünkü “Ancak mü’minler kardeştirler. Siz de kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki rahmete erişesiniz.” 19 emr-i İlâhîsi bizleri titretmelidir. Hem “Kötülüğe iyiliğin en güzeli ile karşılık ver; bir de bakarsın, aranızda düşmanlık bulunan kimse candan bir dost oluvermiştir.” 20 âyeti de bizi affetmeye ve iyilik yapmaya yönlendirmektedir. Yüce Rabbimiz affedenler ve öfkesini yutanlar için; “O takva sahipleri, bollukta ve darlıkta bağışta bulunanlar, öfkelerini yutanlar ve insanların kusûrlarını affedenlerdir. Allah da iyilik yapanları sever.” 21 buyurmaktadır.
Ceylan Çalışkan Ağabey ise bu konuda şöyle demiştir: “Kardeşlerimizin hatalarını, bir doktorun hastasını tedâvî ettiği gibi tedâvîye çalışacağız. İtinâ ile, kavl-i leyyin ile îkaz edeceğiz. Bazen lisân-ı hâl, lisân-ı kâlden üstündür ve te’sirlidir.” 22 bilmeliyiz.
Netîce-i kelâm: “Edipler edepli olmalı; hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddib olmalı.” 23 Bu açıdan bakılırsa sanırım üslûbumuzu da İslâm’ın edebi ile edeplendirmek zorundayız. Edebin zirvesi ise Efendimizin (asm) sünnetinde vardır. İşte o sır: “Sünnet-i Seniyye edeptir. Hiçbir meselesi yoktur ki, altında bir nûr, bir edep bulunmasın. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş: ‘Rabbim bana edebi güzel bir sûrette ihsân etmiş, edeplendirmiş.’ Evet, siyer-i Nebeviyeye dikkat eden ve Sünnet-i Seniyyeyi bilen, kat’iyen anlar ki, edebin envâını, Cenâb-ı Hak, Habibinde cem etmiştir. Onun Sünnet-i Seniyyesini terk eden, edebi terk eder. ‘Bîedeb mahrum bâşed ez lûtf-i Rab [Edepsiz kişi Allah’ın lütfundan mahrum olur]’ kâidesine mâsadak olur, hasâretli bir edepsizliğe düşer.” 24 Böyle bir duruma düşerek, edebin en güzelinin üzerinde toplandığı Zat’a (asm) ümmet olmak şerefinden mahrûm olmaya hiçbirimiz cesâret edemeyiz ve etmemeliyiz.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*