Üstadım, müjdelediğin Cennetâsa bahar geliyor !

Üstadım Müjdeler olsun!

“Saçlarım adedince başım olsa bu dâvâya feda olsun diyerek,” çeşit çeşit  işkenceyle  yoğruldun, diyar diyar sürgünde yollandın, esaretten zindanlardan payına düşeni  fazlasıyla aldın. Şimdi,  80 küsur yıllık çile dolu bir ömrün semeresi neşv-u nema buluyor. Dinsizlik cereyanı altında kalmış insanlığın imanını kurtarma adına çıktığın o karla ve zorlu yollarda  artık nur çiçekleri açıyor, Cennetâsa baharın ılık esintilileri geliyor Üstadım!  “Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennetasa bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır.” 1 derken ilham-i İlâhî  yoluyla bir müjde veriyordun asrın mü’minlerine. Nur’un hakikatleri birer birer inkişaf ediyor, dünyanın her yerinde tanınıyor, okunuyor, adına konferanslar düzenleniyor, ehli insaf olan herkes; senin neşrettiğin nurları okuyor, senin azmini, gayeni ve dâvânı tazim ve takdir ediyor, dünya o nuru arıyor ve o nura koşuyor artık.

Sen, milletinin imanının selâmeti için hem dünyanı hem ahiretini feda etmiştin. “Milletimin imanını selâmette görürsem, cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım” demiş, ayağına takılan çelmelere hiç ehemmiyet vermemiştin. Çektiğin çileleri metanetle karşılamış, kadere rıza göstermiştin. Kendin  için değil, başkaları için çile çekmiş, gözyaşı dökmüştün. Başkalarının imanını kurtarmak için kendi hayatını hiçe saymıştın. Bu sayede yüzbinlerce, şimdi milyonlarca insan, senin fedakârlığın ve gayretin neticesinde ebedî hayatlarını kurtarmışlardı.  

İslâm’ın sadâsının daha da gür çıkması için Âlem-i İslâm’ı intibaha dâvet ediyor, onları Kur’ân’a çağırıyor onlara Kur’ân’la soluklanmayı tavsiye ediyor, lisanlar Kur’ân ile süslenirken hal ve etvar ve ahlâkların da  Kur’ân’ın nuru ile şekillenmesini istiyordun.

Âlem-i İslâm’ın içinde bulunduğu durumu Kur’ân ve onun hakikatlerinden ayrı kalmak olarak teşhis ediyor ve bu yaraya tiryak olacak reçeteleri Kur’ân Eczanesinden çıkarıyor, Müslümanları da şöyle ikaz ediyordun:

“Ey eski çağların cihangir Asya ordularının kahraman askerlerinin torunları olan muhterem din kardeşlerim!

Beş yüz senedir yattığınız yeter! Artık Kur’ân’ın sabahında uyanınız. Yoksa, Kur’ân-ı Kerîmin güneşinden gözlerinizi kapatarak gaflet sahrasında yatmakla vahşet ve gaflet sizi yağma edip perişan edecektir.”2

Hiçbir zaman şartlara, zamana,  cebrî kanunlara, baskıya, zindana, sürgünlere boyun eğmiyor, hak bildiğin ve bellediğin nur yolunda azimle, kararlılıkla yürüyor, Kur’ân hakikatlerini yılmadan, usanmadan, hiçbir güç karşısında taviz vermeden ve korkusuzca kâinata ilân ediyordun.

Senin hayatın, canın, kanın Risale-i Nurlar olmuştu. Fâni bedenini dünya üzerinden kaldırmak isteyenler, seni defalarca zehirlemişler, seni öldürmek için hiç suçun olmadığı halde idamla yargılamışlardı, sen onların imanını kurtarmak için çırpınmıştın. “Benim îdâmıma çalışanlar dahi eğer Risâle-i Nur’la îmanlarını kurtarsalar, Risâle-i Nur’a sarılsalar, kardeşlerim, siz şâhit olunuz, ben onlara hakkımı helâl ediyorum.”3 diyerek cennetler gibi yüreğini açıyor, onların yerine cehennemin alevleri arasında yanmaya razı oluyordun.

Dünyadan hiçbir beklentin yoktu senin. Senin dünyan bir sepete sığmalıydı ve sığmıştı da. Kim dünyasını, eşyasını bir sepete sığdırabilirdi ki? Evler dolusu eşyalarımız,  dolaplar dolusu kıyafetlerimiz, kasalar dolusu paralarımız, altınlarımız, caddeler dolusu arabalarımız, senin  o dünyanı sığdırdığın sepetinin yanında ne kadar ucuz ve kıymetsiz kalıyordu? Mübarek sırtında  yüz yamalı cübben, ayağında eski fakat her zaman temiz olan yün çorapların, lâstik ayakkabıların, 24 yıl sakalını tıraş etmek için kullandığın usturan, Hüsrev Abi’nin hediyesi,  fâni zamanlara ayarlı, akrebi ve yelkovanı arasında gelip geçen şu ömrü ezen köstekli bir saatin,  iki renkli bir tesbihin, misvağın, günde en az elli defa seni alnından öpen seccaden, çoğu zaman çorbadan başka yemek yüzü görmeyen tenceren ve tabağın, yağmurdan korunmak için değil, harama nazar etmemek için taşıdığın şemsiyen… Bütün dünyalığı bunlardan ibaret olan, fakat bağrında sevgi hazineleri barındıran bir kalbin vardı. Bu fakirliğinle beraber, bütün insanlığın manevî ihtiyacını karşılayacak Risale-i Nur gibi zengin bir miras bırakmıştın.

Üstadım, yaşadığın devrin insanları seni dinlemedikleri zaman, nazarını ileri uzatımış, demiştin: “Ey üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sâkitâne Nur’un sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafî-i gaybî ile bizi temaşa eden Saidler, Hamzalar, Ömerler, Osmanlar, Tahirler, Yûsuflar, Ahmedler, vesaireler!.. Sizlere hitap ediyorum. Başlarınızı kaldırınız, “Sadakte” deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç olsun. Şu muasırlarım, varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizin ile konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennetasa bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen Nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır. Biz, hizmetimizin ücreti olarak sizden şunu bekliyoruz ki: Mazi kıt’asına geçmek için geldiğiniz vakit, mezarımıza uğrayınız; o bahar hediyelerinden birkaç tanesini medresemin mezar taşı denilen ve kemiklerimizi misafir eden ve Horhor toprağının kapıcısı olan kalenin başına takınız…” Kapıcıya tenbih edeceğiz; bizi çağırınız. Mezarımızdan “henien lekum”  sadasını işiteceksiniz…4

İşte ellerimizde Nurlardan yapılmış gül desteleri dünyanın her tarafına yayılmış bu asrın evlâdları senin duâlarının tecessüm etmiş hali ile senin manevî mezarının başında senin imanının bir zerresi kadar nasiplenmeyi Rabbimden ümid ediyor.

Duâların müstecaptı Üstadım ve dâvân ölümsüzdü. Tıpkı Kur’ân gibi!

Dipnotlar:
1- Tarihçe-i Hayat 47.
2- Tarihçe-i Hayat 140.
3 – Tarihçe-i Hayat 397.
4 – Münâzarât 89.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*