Üstadın kabri neden bilinmiyor?

Image
Isparta vilayetinde kıymettar kardeşlerimin kucaklarında, teslim-i ruh edip, o mübarek toprakta defnolunmamı kalben niyaz ettim. Isparta benim için taşı-toprağı ile mübarektir onun için ben kabrimi o havalide istiyorum.”
Bedîüzzaman Said Nursî (rh)

 
 
KABİR ZİYARETİ

İslâmiyet’in ilk yıllarında, Peygamber Efendimiz (sav) kabir ziyaretlerini yasaklamıştı. Çünkü Yahudi ve Hıristiyanlar, aziz saydıkları kimselerin kabirlerini ibâdet yeri haline getirip, o kabirlere secde ediyorlardı. İslâm dininin gayesi ise tevhid akidesini kalblere yerleştirmek olduğundan Hz. Peygamberimiz (s.a.v) tehlikeli gördüğü kabir ziyaretlerini yasaklamıştır. İslâmiyet tanındıktan, tevhid inancı gönüllere iyice yerleşip Müslümanlar tarafından gayet iyi anlaşıldıktan sonra, Peygamberimiz (s.a.v) kabir ziyaretlerine koyduğu yasağı kaldırmıştır.

Ölümü ve âhireti hatırlatıp, dünya hayatının kısa olduğunu ders veren ve insanı zühd ve takvaya sevk edip, aşırı dünya hırsından vazgeçiren kabir ziyaretlerini, şu hadis-i şerifleriyle tavsiye etmiştir: “Ben önceleri sizi kabir ziyaret etmekten men etmiştim, şimdi ise kabirleri ziyaret ediniz, bu size ahireti hatırlatır.” (İbn Mâce, Sünen, Cenâiz, 47)

Fakat bu kabir ziyâretleri günümüz insanlarınca sû-i istimâl edilmiş ve gayr-i meşru hâdiseler zuhura gelmiştir. Özellikle evliyaların kabirlerine karşı olan hürmet, sırf Cenâb-ı Hakk’ın makbul bir abdi olduğundan şefaatine ve manevî duâsına mazhar olmak için olan meşrû hürmet olmaktan çıkmıştır. Âdetâ o kabir sahibi, tasarruf sahibi ve kendi kendine medet verecek bir şahıs tasavvur edilip âmiyâne, câhilâne takdîs edilmiştir.

Hatta o dereceye varmış ki; namaz kılmayanlar bile, o türbelerde yatan kişileri beşerüstü varlıklar olarak görüp, bu kişileri “Bunlar Allah’ın sevgili kullarıdır, bunların Allah’a sözü geçer, Allah bu zatları geri çevirmez” gibi ifadelerle kutsileştirmektedirler. Bu ziyaretleri dinî bir vecibe gibi telakkî edip türbelere çaput ve bez bağlamak, mum yakmak, orada yatanlara adak adamak, onlar için kurban kesmek, onların namına yiyecek içecek şeyler dağıtarak onlardan yardım dilemek, kabrin etrafındaki demir ve taşları öpmek, onlara sarılıp ağlamak gibi batıl fiillerle o türbeler bir nevi tapınak haline getirilmiştir.

BEDÎÜZZAMAN HAZRETLERİ’NİN ARZUSU

Hayatta iken kendisine yönelen teveccühleri daimi bir surette, Kur’anın manevi bir tefsiridir diye tesmiye ettiği Risale-i Nur’a çeviren Bedîüzzaman Hazretleri, fanilere teveccühün ölçüsünü şu izahlarıyla belirlemiştir.

“Bizi ziyaret eden, ya hayat-ı dünyeviye cihetinde gelir; o kapı kapalıdır. Veya hayat-ı uhreviye cihetinde gelir. O cihette iki kapı var; ya şahsımı mübarek ve makam sahibi zannedip gelir, o kapı dahi kapalıdır. Çünki ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum. Cenab-ı Hakk’a çok şükür, beni kendime beğendirmemiş. İkinci cihet; sırf Kur’ân-ı Hakîm’in dellâlı olduğum cihetiyledir. Bu kapıdan girenleri, Alerre’si vel’ayn kabul ediyorum.” (Mektubat-I s.141)

Hayatta iken, arzu etmediği bu hususun vefatından sonra da gerçekleşmesini istemeyen Üstad: “Dostlar uzaktan ruhuma Fatiha okusunlar, manevi duâ ve ziyaret etsinler. Kabrimin yanına gelmesinler. Fatiha uzaktan da olsa ruhuma gelir. Risâle-i Nur’daki azamî ihlâs ile bütün bütün terk-i enaniyet için buna bir mânevî sebep hissediyorum.” buyurmuşlardır. (Emirdağ lahikası-II s.332)

Ayrıca Hz. Üstad aynı eserde, talebelerine: “Benim kabrimi gâyet gizli bir yerde, bir-iki talebemden başka hiç kimse bilmemek lâzım geliyor. Bunu vasiyet ediyorum. Çünki dünyada sohbetten beni men’eden bir hakikat, elbette vefatımdan sonra da o hakikat bu surette beni mecbur ediyor.” diye vasiyet etmiştir.

Talebeleri de Hz. Üstada:
“Kabri ziyarete gelenler Fâtiha okur, hayır kazanır. Acaba siz ne hikmete binaen kabrinizi ziyaret etmeyi men’ediyorsunuz?” diye sormuşlar.
Üstadımız da cevaben: “Bu dehşetli zamanda, eski zamandaki Firavunların dünyevî şan ü şeref arzusuyla heykeller ve resimler ve mumyalarla nazar-ı beşeri kendilerine çevirmeleri gibi, enaniyet ve benlik verdiği gafletle, heykeller ve resimler ve gazetelerle nazarları, mana-yı harfîden mana-yı ismîyle tamamen kendilerine çevirtmeleri ve uhrevî istikbalden ziyade dünyevî istikbali hayal edinmiş olmaları ile; eski zamandaki lillah için ziyarete mukabil ehl-i dünya kısmen bu hakikate muhalif olarak mevtanın dünyevî şan ü şerefine ziyade ehemmiyet verir, öyle ziyaret ediyorlar. Ben de Risale-i Nur’daki a’zamî ihlası kırmamak için ve o ihlasın sırrıyla, kabrimi bildirmemeyi vasiyet ediyorum. Hem şarkta, hem garbda, hem kim olursa olsun okudukları Fatihalar o ruha gider.
Dünyada beni sohbetten men’eden bir hakikat, elbette vefatımdan sonra da o hakikat bu suretle beni sevab cihetiyle değil, dünya cihetiyle men’etmeye mecbur edecek.” buyurmuşlar. (Emirdağ lahikası II s.33)

Buradan da anlaşıldığı üzere Hz. Üstad kemal-i ihlâsın zirvesine giden yola işaret ederek mezarının esbabperestler nezdinde bir tapınak haline gelmemesi için ceddi ve üstadı Hz. Ali (r.a) gibi kabrinin gizli olmasını Cenab-ı Mevla’dan niyaz eylemiştir.
Büyük bir tevazu timsali olan Bedîüzzaman hazretleri kabrinin gizli olmasını ilahi rahmetten niyaz ettiği gibi Isparta’da vefat edip defnedilmeyi de Cenab-ı Hakkın lütfundan, fazlından, kereminden istemiş. Bu arzusunu eserlerinde şu şekilde dile getirmiştir: “Isparta vilayetinde kıymettar kardeşlerimin kucaklarında, teslim-i ruh edip, o mübarek toprakta defnolunmamı kalben niyaz ettim. Isparta benim için taşı-toprağı ile mübarektir onun için ben kabrimi o havalide istiyorum.”

SON YOLCULUK

Isparta vilayetinde, mübarek talebelerinin bulunduğu kabristanda defnolunmayı çok arzulayan Hz. Üstad, rüyasında kendisini Urfa’ya çağıran İbrahim Aleyhisselâmın dâvetine icabet etmek için, 19 Mart 1960 tarihinde, aniden Urfa’ya gitme kararı alır. Bu esnada Hz. Üstad konuşamayacak kadar ağır hastadır. Talebelerine, zor anlaşılan bir sesle: “Beni derhal Urfa’ya götürün” der. Yanında bulunan talebeleri, arabanın arızalı olduğunu, biraz tamire ihtiyacı olduğunu kendisine arz ederler. Hz. Üstad ise, “Başka bir arabaya bakın. İki yüz lira verebiliriz. Hatta cübbemi de satabiliriz. Hemen bir araba hazırlayın, tahammülüm yok” der. Nihayet sabah saat 9’da hazır olan arabasına talebelerinin kollarında yerleştirilir. 20 Mart’ta yağmurlu bir havada, son menzili olan, Peygamberler diyarı Urfa’ya doğru hareket eder.

21 Mart günü Urfa’ya geldiğinde, onu şehrin en iyi oteli olan İpek Palas Oteli’ne yerleştirirler. Binlerce Urfalı Üstadı görmek için otel’e akın ederler. Bu arada otele emniyet müdürü de gelir ve Hz. Üstada: “İçişleri Bakanı’nın kesin emri var. Burada kalamazsınız, derhal Isparta’ya geri dönmelisiniz” der. Hz. Üstad: “Ben buraya kalmaya gelmedim, ölmeye geldim. Şu an hayatımın son dakikalarını yaşıyorum. Siz benim suyumu hazırlamakla mükellefsiniz. Amirlerinize bildiriniz” diyerek yakında vefat edeceğini haber verir. Bir gün sonra da, 23 Mart 1960 Çarşamba günü, mübarek Ramazan ayının Kadir Gecesi’nde, sabaha doğru teslim-i ruh ederek rahman-ı rahimine kavuşur.

Urfa’nın manevi büyüklerinden Şeyh Müslim isimli bir zat 1954 yılında Dergâhı tamir ettirdiği sırada, burada kendisine iki kubbeli bir kabir yeri yaptırır. Sonra rüyasında ona: “Sen kendine başka bir yer yaptır. Buranın sahibi vardır. Buraya o gelecektir.” denir. Şeyh Müslim Efendi aynı rüyayı üç kez görünce, burasını boş bırakır. İşte Hz. Üstadın cenazesi, Halilürrahman Dergâhı’ndaki Caminin bahçesinde bulunan bu kabre defnedilir.
Artık insanların nazarları, Hz. Üstadın, hadimi ve dellalı olduğu Risâle-i Nurlardan başka yere kaymayacak.

Urfa’nın topraklarında değildir, salar-ı yemin.
Pek sıcak Nurcuların kalbindedir serdar-ı yemin.

Ey mezarcı! Göm bizi de şu Said’in kabrine.
Firkatin dayanamaz Nurcu olanlar kahrine.

Dâr-ı dünyada Said’i bizden ettinse cüda.
Dâr-ı âhirde beraberce haşret ey Hüda!

Dünkü hâl oldu hayâl, geçti visal geldi zevâl.
Bizleri Üstadımızla haşret ya Zülcelâl!

ABDÜLMECİD [NURSÎ] / 1960

{mosquelle}KadıncaKararınca.com{/mosquelle} 

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*