Uyumlu dâhilik

Şunu kabul etmek gerek: İkinci Viyana bozgunu ile İslâm’ın maddî kılıcı kınına girmiştir. Elmas kılıçlar, Kur’ân’ın bürhanları ortada, tek başına ehl-i küfre meydan okumaktadır.

Sonraki dönem zaferleri ise, savunma savaşlarıdır. Çanakkale ve Kurtuluş Savaşları böyledir. Bir fetih değil bir “var olma” savaşıdır. Kahramanlarımız da bu dönemde “masumlara hakikati açan” gaziler değil de “vatan kurtaran” cesaret sahipleridir. Fetih, medeniyet tasavvuru ile birlikte uygulayıcı projeler gerektirir; getirdiği fikir ve anlayışları, ürettiği biçim ve formları vardır. Cismaniyetin çoğaltılmasıdır. Savunma ise kaybetmemek ve muhafaza etmektir; içe dönüklük, azaltmak, düşmanı da dostu da içte aramak ve bulmak zorunluluğudur. Fethi devlet ve kurumları yapar. Ulemânın fikir ve tasavvurlarının maddî karşılıkları bulunur. Savunma ise topyekûn bir millet hareketidir…

Bediüzzaman Abdülhamid’e: “Münhasif Yıldız’ı dârülfünun et, tâ Süreyya kadar a’lâ olsun! Ve oraya seyyahlar, zebaniler yerine, ehl-i hakikat melaike-i rahmeti yerleştir; tâ Cennet gibi olsun! -Divan-ı Örfi- derken zihinlere yeni dönemin doğru hikâyesini yazıyordu.

Bunun için örnek kişisi ise Ömer bin Abdülaziz’dir:

“Ve Yıldız’daki milletin servetini, milletin baş hastalığı olan cehaleti tedavi için millete iade et! Ve milletin mürüvvet ve muhabbetine itimad et! Zîrâ senin idarene millet mütekeffildir. Bu ömürden sonra âhireti düşünmek lâzım. Dünya seni terk etmeden, sen dünyayı terk et! Zekât-ül ömrü, Ömer-i Sâni yolunda sarfeyle!.. -Asar-ı Bediiyye-

Ömer bin Abdülaziz, -Ahmet bin Hanbel’in de dahil olduğu- âlimler tarafından kendisinin hicrî ilk yüzyılın müceddidi olduğu ifade edilmiş bir siyaset dehâsıdır.

Burada belki iki önemli vasfını daha hatırlamak gerekir. Hicaz Valiliğine atandığında “…evvelki valilerin hilâfına dindar ve fakih on kişiden müteşekkil bir şûrâ meclisi” kurması ve de;

“Halife olur olmaz İstanbul muhasarasını kaldırttı. İsabetli bir karardı. Nitekim fütuhata İspanya’dan devam edildi. Taa Fransa içlerinde Narbon’a kadar gidildi.

Ve Türkistan fethine dönüp Türkler’i, yani İstanbul’u fethedecek olanları İslâm’a çağırdı. Adaleti ve ulvî karakteriyle.” (Ömer bin Abdülaziz, H. Burkay)

İşte iki büyük siyaset!

Abdülhamid de şüphesiz bir siyaset dehâsı idi. Şu halde, büyük işler yapmak için dehâ gerekli veya yeterli midir? Peki, aynı dehâ tekrar bulunmaz ya da bulunamazsa?.. O zaman belki de sorun ‘dehâ’yı arayanlarda ya da bulanlardadır, diye düşünmek gerekir. Yani ûlemânın yerinde bulunan dâhilerde.. Aydınlar…

Tarkovski Puşkin’i diğer Rus ‘dahîlerine’ göre daha mütevazı görür.

Sebebini ise şöyle açıklar: Sabahın ikisi. Rus dâhileri düşünüp taşınmışlar, kendi büyüklüklerinin dümdüz uzanan verimsiz topraklardan çıkıp gelişemeyeceğine karar vermişler ve hemen ülkelerini “büyük” ilân etmişler, geleceği de mesihvâri.

Kendilerini “halkın sesi” olarak gördüler ve “çölde haykıran” olmak istemediler ve madem halkın özünü temsil ediyorlardı o zaman halkın da “büyük” olması, ülkenin geleceğinin “parlak” olması gerekirdi.

Puşkin diğerlerinden daha alçakgönüllüydü. Bu böyle, çünkü Puşkin’in dâhiliği uyumlu.

Burada uyumlu dâhiliği biz aslında İhlâs olarak okuyoruz.

Burada da şu hadis müthiş bir denge kuruyor: “İnsanlar helâk oldu, ancak âlimler kurtuldu. Âlimler de helâk oldu, ancak ilmiyle amel edenler kurtuldu. İlmiyle amel edenler de helâk oldu, ancak ihlâs sahibi olanlar kurtuldu. İhlâs sahibi olanlar da büyük bir tehlike içindedirler.” (Keşfü’l-Hafa, 2/280)

Buradaki unsurlar ise cehaletten sıyrılma, ûlemânın duruşu, ihlâs ve samimiyet ile “güvercin tedirginliği” içinde olmak yani her an seferi düşünmek (rabıta-i mevt)…

Yine Tarkovski’ye göre huzursuzluk ve uyumsuzlukla dolu ‘aydın’larda, kendisiyle, olmak istediği insanın görüntüsü arasındaki çelişki şekillenip ortaya çıkıyor.

Bunun için de aşırı dil, mübalâğa, bir ikna yöntemi olarak kullanılıyor. Bu onları masum yapar mı? Yapmaz, çünkü her mübalâğa neticede bir aldatmadır. (Biz neticeye bakarak aldatmadan kurtulabilirdik)

Doğru yalnız bendedir diyemezsin… Hakikat yalnızca basit delil değil ispat edici delil peşindedir. Dolayısıyla eline her geçen bürhan dâvâ değildir. Doğrusu, hiçbir bürhan tek başına dâvâ değildir. Bir geleneğin parçası ve yeri olan bir parçası olduğunda ‘bürhan’dır.

Sezai Karakoç “İslâm’ın Dirilişi”nde: “İhlâslı inanış olmadan da gerçek bir İslâm uğruna gerekirse can vermek yolu açılamaz. Bu bakımdan, İslâm inanışının dirilişi ve bunun belli başlı kadrosu olan Nurculuk, İslâm’ın ihlâs doktrini ve bunun uygulaması, canlanması mihveri etrafında döner” demektedir.

Karakoç’un söz ettiği İhlâs Risaleleri’nde bir başka siyaset dâhisi, Celâleddin Harzemşah bir ihlâs timsali olarak zikredilir:

Meşhurdur ki: Bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz’in ordusunu müteaddid defa mağlûb eden Celâleddin-i Harzemşah harbe giderken, vüzerası ve etbaı ona demişler: “Sen muzaffer olacaksın, Cenâb-ı Hak seni galib edecek.” O demiş: “Ben Allah’ın emriyle, cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım, Cenâb-ı Hakk’ın vazifesine karışmam; muzaffer etmek veya mağlûb etmek onun vazifesidir.” İşte o zât bu sırr-ı teslimiyeti anlamasıyla, hârika bir surette çok defa muzaffer olmuştur. – Lemalar –

İşte bir “uyumlu dehâ” daha…

Osmanlı’nın pek çok padişahına atfedilen ifadeler de benzerdir: “Bizimki kuru bir cihangirlik dâvâsı değil maksadımız yalnızca i’la-yı kelimetullahtır,” derler. Bediüzzaman da bu tür dâhilerdendir.

Risale-i Nur’u şu şekilde tanımlamıştır: “Yazılan Sözler tasavvur değil tasdiktir; teslim değil, imandır; marifet değil, şehadettir, şuhuddur; taklid değil tahkiktir; iltizam değil, iz’andır; tasavvuf değil hakikattır; dâvâ değil, dâvâ içinde bürhandır.” – Mektubat –

Bu evrensel bakıştır, tevhid-i efkârdır. İyilikleri, değerleri bir şahısta, devlette mecrada toplamak değil; iyilikleri paylaşarak beslemek… Yüce ahlâkî değerlerî bir kollektif şuura dönüştürebilmektir.

Bunun için yalnızca hak ve hakikatin unsurlarına dayanmak yeterlidir:

Evet hak müstağnidir. Hakikat ise, zengindir. Tenvir-i kulûba ziyaları kâfidir. Müfessir-i Kur’ân olan ehadîs-i sahiha bize kifayet eder.

Ve mantığın mizanıyla tartılmış olan tevarih-i sahihaya kanaat ederiz.

Caner Kutlu

-Muhakemat –

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*