Uz(ak)laşmak

Çok şükür ki, Kasım ayında kasım kasım kasılmadan, yani iyilikleri ve lütûfları kendimizden zannetme gafletine kapılmadan, ellerimizi dergâh-ı Bâri’ye açarak, göğsümüzü O’ndan gelen Nur-u Kur’âna mukabil tutarak, aczimizi ve fakrımızı itiraf, ihtiyacımızı idrak ederek kalemimizi ihtizaza getirdik. Böylece; gündüzleri kısaltan, geceleri uzatan Kasım ayına karamsar bakan bir Avrupa’da, Üstâd’ın Kosturma’daki halet-i ruhîyesinden ve intibah-ı ruhîsinden bir zerre nasipdar ve feyizdar olurcasına, beş makaleyi “enzar-ı kaari”ye arz ettik.

Hayranıyız o Üstâd’ın ki, diyor: “Musîbet zamanının uzunluğundan, uzun dersler gördüm. Dünyanın ruhanî lezzeti olan hüzn-ü mâsumâne ve mazlûmâneden, zayıfa şefkat ve gadre şiddet-i nefret dersini aldım.”

Evet, Avrupa’nın karamsarca yorumlarına maruz kalan Kasım ayı bizim için oldukça verimli ve “uzun” geçti.

İlk haftasında İstanbul’daki buluşma, müşavere, müzakere ve mübadele-i efkâr ile haklı efkârımızdan uzaklaşılmasına tedbirler ve uzlaşılmasına nurlu çareler.. Ortalarında Hicret ve Muharrem.. Aşûre’li olan son haftasında Avrupa’nın Güneydoğu’sunda “Münâzarât” eksenli okuma programı. Emektar ve sebatkâr yazarlarımızdan M. Lâtif Salihoğlu’nun da bu programımıza belge ve bilgileriyle katılması..
***
Şimdi, başlığa aldığımız mânâ ve maksattan uzaklaşmadan, uzlaşma ile uzaklaşmanın biribiriyle ne kadar irtibatlı ve iç içe olduğunu görmeye çalışalım.

Bu arada bir halimi bağışlayınız ki, bazen bir kelime üzerinde fikir cimnastiği yaparken ve bunu da sizlerle paylaşırken, aynı anda içtimaî-sosyal alanımızdaki hareket sahamızda, tabiri caizse “koşu bandında” beraberce yol alıyoruz. Hem hareket, hem sohbet. Ne güzel!

Aylar önce bir makalemde “toka(t)laşmak” üzerinde yol almıştık.

Özetle demiştik ki: Tokalaşmaktan tokatlaşmaya insanı sürükleyen veya tam tersine tokatlaşmaktan tokalaşmaya insanı icbar eden ve kelimenin bağrına saplanan o “t” harfini tokatlayalım ki,  yani Hazreti Üstâd’ın tabiriyle kalbimizdeki adavete adavet edelim ki, “tokalaşma” hasıl olsun ve devam etsin. Bunu okuyan edebiyatçı-eğitimci bir dostum, “çok hoş ve lâtif” bularak iltifatta bulunmuştu.

Burada bir inceliği biraz daha irdelersek eğer, görürüz ki “uzlaşmak” ile “barışmak” kelimeleri mâna ve kavram olarak biribirine yakın göründükleri kadar da uzaktırlar..

Zira “barışmak”, çeşitli sebeplerle biribirlerine kırgın ve küskün olanların, biribirleriyle yeniden buluşmaları, kırgınlıkları gidermeleri alanında daha çok istimal edilir. Ki bunlar; aile fertleri, eşler, kardeşler veya evlât-ebeveyn de olabilirler.

Halbûki “uzlaşma” bazen azılı düşmanlar veya taban tabana zıt fikirler arasında da sağlanabilir ki, bu da ancak karşılıklı tavizlerle mümkün olur. Ya taviz vererek uzlaşırsın, ya da taviz vermez uzaklaşırsın. Buna en güzel misal, Hudeybiye Antlaşmasıdır. Karşılıklı “uzlaşma” sürecinin, Müslümanların lehine işleyeceğini gaybî bir nazarla gören Peygamber Efendimiz (asm), zahiren Müslümanların aleyhinde görünen bazı maddeleri de kabul etmişti.
***
Hak ve hakikatın hatırını kıran uzlaşmalar makbul sayılmaz. Bazen olur ki, uzlaşamayıp uzaklaşmak kaçınılmaz olur. Üstad Bediüzzaman da, o zaman o malûm maddelerle ve malûm “eşhas”la uzlaşılamıyacağını anladı, oradan ve onlardan uzaklaştı. Onun uzak durduğu “entelijansiya”dan biz de uzak duruyoruz, biz de onlarla itikaden ve fikren uzlaşamıyoruz.

Bazen “uzaklaşma” gerçekleşirken, aynı anda “uzlaşma” da olur. Birinden uzaklaşırken, öbürüyle uzlaşmış olursun. Hak ve hakikatla uzlaşan, batıldan mânen ve itikaden uzaklaşmış olur. Batılla itikaden uzlaşan, haktan uzaklaşmış olur. Bediüzzaman bu hakikatı, “Cebrail şeytan ile barışmaz” hükmüyle ibraz ediyor. Yani bazen, yolları ayırıp “sen yoluna, ben yoluma” demek gerekiyor.

Ama masum olan, insanî olan nesnelerle uzlaşılamadığı, uzaklaşıldığı zaman, o işte İblis’in parmağı var demektir. Sakın ola ki, bizi kendisine ram etmeye, uhrevîlikten uzaklaştırıp dünyevîlikle uzlaştırmıya çalışan sinsî zihniyetin planlarıyla, birbirimize de “sen yoluna, ben yoluma” demek durumlarında kalmayalım!
***
Üstâd bir yerde bir vesileyle ve bir hikmete binaen, “Orduda bir ruh var ki, o benimle dosttur” demiş.. Zamanı gelince bu sırlı ifade de anlaşılacaktır. Yine onun, “Biz hâkim değiliz, mahkûmuz” sözünü de hâl ve zaman hâla onaylıyor.

O hâkim irade soruyor: “Benimle çalışmaya, uzlaşmaya var mısın?”
Bu soruya “hayır” diyenlerin, dünyada vay haline!

(Yeni Asya bu “hayır”ın bedelini yeterince ödemiştir ve kısmen başka mecralarda hâlâ ödemeye devam ediyor.)

Bu soruya “evet” diyenlerin de ahirette vay vay haline!

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*