Uzak Doğu felsefesi ve İslâm

Hayat, dikkat çekici tevafuklarla doludur. Bazen bakarsınız, insanların yere göğe sığdıramadığı dünya çapında meşhur bir hekim, sahasında tek otorite olduğu bir hastalıkla hayata gözlerini kapayıverir. Ne koruyucu hekimliği o hastalığa yakalanmasına engel olabilir, ne de uzmanlığı tedavisi için yeterlidir. Tek otorite de kendisi kabul edildiğinden tedavi için çalacak başka bir kapı da yoktur.

 

Bulaşıcı olmayan bir hastalığın meslekte otorite olan kişiye nasıl musallat olduğu gerçekten araştırılması gereken bir konu… Kim bilir belki de kader, tıbbın ve insanların sadece bir vesile ve araç olduğunu, gerçekte şifanın Allah’tan olduğunu hatırlatmak ve toplumların sebeplere olan aşırı bağlılığını sarsmak için böyle hadiseler takdir ediyor.

Siyasî ve sosyal meselelerde de benzer hadiselerle karşılaşmak mümkün. Yine psikolojik branşlarda da uzman olarak kabul edilen kişilerin zaman zaman hadisenin içinde boğulup gittikleri bilinen hususlardır.

Maddî hastalık ve problemler biraz farklı olsa da, sosyal ve psikolojik hadiselerin bulaşıcı bir hastalık gibi yayılıp sirayet ettiğini, zaman zaman bir meslek hastalığı haline geldiğini unutmamak gerekiyor. Kişinin uzman olarak meşgul olduğu bir hastalıkta zamanla hastalarından etkilendiği karşılaşılan vak’alardır.

Belki de bir kısım insanlar bir önsezi ile kaderlerine doğru yöneliyorlar. Kim bilir belki de meslek hayatındaki hatalar ve yanlışlar ve sebeplere fazla önem vermek gibi davranışlar da “Ceza amel cinsindendir” kaidesince karşılık görüyor. Onun için her zaman dikkatli olmak, büyük konuşmamak ve çok keskin olmamak gerekiyor.

Bütün bu sebepler ve gerekçeler ne olursa olsun, bir gerçek var ki o da; sahasında uzman olarak kabul edilen bu kişilerin ellerinde sihirli reçete veya sihirli bir anahtarın olmadığıdır. En nihayetinde onlar da bir insan…

Belki gazetede okumuşsunuzdur, Güney Kore’nin meşhur TV programcılarından birisi kocasıyla birlikte intihar etmişti. Bıraktıkları notta gerekçe olarak “uzun süren hastalıktan usandığı ve artık tahammül edemediği” yazıyordu. İşin dikkat çekici tarafı, 63 yaşındaki bu kişi ülkede “mutluluk profesörü” ve “umudun annesi” olarak biliniyor ve takdim ediliyordu. Bu konuda da yirmiden fazla kitap yazmıştı.

Binlerce hatta yüz binlerce kişiye mutluluk ve umut dağıtan, anlattığı prensiplerle onların dertlerine çare olmaya çalışan bir kişi, kendi problemini çözemiyor. Konuşmalarında ve yazılarında psikolojik direnci ve iyimserliği anlatan kişinin, cesedinin dayanabildiği bir hastalığa; daha dayanıklı olması gereken ruhu dayanamıyor. Sabrı tükeniyor. Cesedinden önce ruhu ve kalbi iflâs edip teslim oluyor. En nihayetinde kendisine emanet edilen aziz bedene kıyıyor…

Gerçi bilmek ve anlatmak kolaydır; uygulamak ve yaşamak ise zordur. Ancak hâdise anlatmak ve uygulamak arasındaki fark kadar basit değildir. Gerçekten de bilip bilmediğini sorgulamak gerekiyor. Anlatılanların doğruluğunu tetkik etmek gerekiyor.

Bilindiği gibi, hâdisenin geçtiği Kore ve civarı yani Uzak Doğu, insanın ruh bütünlüğünü sağlayarak iç direncini arttıran, geliştirdikleri prensiplerle mutluluk ve saadet formülleri üreten felsefî görüşlerin yaygın olduğu bir bölge. Hatta bu felsefî görüşler sanki bir din veya bir mezhep gibi itibar görüyor. Gerçi o bölgelerdeki batıl dinler de çok farklı değil… Sadece dünyayı ve dünyadaki mutluluğu esas almış anlayışlar…

Uzak doğu felsefesinin prensipleri çoğunlukla iyi günlerde anlatılan, kişileri sanki başka dünyalara götüren konuşma ve davranışlardan meydana geliyor. Ancak kişi, mutluluk profesörünün hastalığında olduğu gibi bir musîbetle karşılaştığında birden acı gerçekle yüz yüze geliyor. O cilâlı lâfların hiçbirisi işe yaramıyor. Arkasında, hastalıkla nefesini ensesinde hissettiği bir ecel cellâdı; önünde ise dipsiz bir kuyu gibi kabir kapısı… İçinde ahiretin olmadığı bütün lâfların bitip tükendiği acı bir gerçek…

İntihar eden profesörün sadece kendisi ve eşi değildir. İntihar eden gerçekte koskoca bir Uzak Doğu felsefesidir. Profesör, o güne kadar derdine derman olmak istediği, konuştuğu ve görüştüğü binlerce kişinin, dertlerini daha yakından bilmenin ve onları geçici olarak uyuşturmaktan başka hiçbir şey yapamamanın çaresizliliği ve acısı içindedir.

Daha önceki bir yazımızda da detaylı şekilde bahsettiğimiz gibi Sekizinci Söz’de, Suhuf-u İbrahim’de (as) de geçen bir hikâye anlatılır. Kuyunun içinde çürük bir ağaca tutunmuş bir kişiden bahsedilir. Üstte, ölümü ve eceli temsil eden ve nöbetçi gibi bekleyen bir aslan, altta ise kabir kapısını temsil eden ve ağzı neredeyse ayaklara kadar uzanan bir ejderha… İnsanın gerçek durumu işte bu…

Tolstoy da, kendi yaşantısı için “Bir şark hikâyesinde olduğu gibi ne ölüyorum, ne kurtuluyorum” der.

Hikâyede anlatıldığı gibi, bir insan o dehşetli halde iken tutunduğu daldaki meyveleri yemekten ne kadar zevk alabilir? Dünya hayatının en yüksek zevki, bu meyvelerden çok farklı değildir. Çürük bir hayat ağacına tutunmuş zavallı insanı, yerlerin ve göklerin, hayatın ve ölümün Yaratıcısının sözlerinden başka hangi söz teskin edebilir? Onun derdine İslâm’dan başka hangi sistem çare olabilir?

Hastalıkları, musîbetleri ve ihtiyarlığı, Âlemlerin Rabbi’nden başka âhiret hazinelerine kim dönüştürebilir? Dehşetli bir ejderha gibi her insanı bekleyen kabir ağzını cennet kapısına, Allah’tan başka kim dönüştürebilir?

Evet, insanoğlu bazen öyle musîbetlerle karşılaşır ki, tahammül etmek kolay değildir. Fakat mü’min insan, onun muazzam karşılığını düşünerek sabreder. Sekizinci Söz’de ifade edildiği gibi: “Dünyası ne kadar fena ve sıkıntılı olsa da; Dünyasını, Cennet’in intizar (bekleme) salonu hükmünde gördüğü için hoş görür, tahammül eder, sabır içinde şükreder…”

Uzak Doğu felsefesi ve diğer felsefelerin yaptığı nedir? “Aşağıdaki ejderhaya bakma ve düşünme, başın döner! Yukarıdaki aslanı görme, hayat ağacına sımsıkı sarıl! Ağacın kökünü kemiren zamanı, fantezilerle kapat” gibi gerçekte çocukça sözlerden başka bir şey değildir.

İntihar eden mutluluk uzmanı, seçtiği meslek cihetiyle karşılaştığı yüzlerce tecrübelerle anlattığı felsefenin içinin boş olduğunu belki de herkesten daha iyi biliyordu. En sonunda, her şeyin boş ve mânâsız olduğuna inandığı böyle bir dünyada, dalın kırılmasını beklemeden, ergeç düşeceği ejderha ağzına kendisini bırakıvermiş. Keşke İslâm’ı tanıyabilseydi!

Yazımızı Risâle-i Nur’dan bir cümle ile bitirelim: “Hakikî zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imandadır ve iman hakikatleri dairesinde bulunur.”

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*