Vazifedar olduğu için hiç pes etmedi

Bediüzzaman Haftası, bütün hızıyla devam ediyor. Türkiye ve dünyanın başka yerlerindeki Nur Talebeleri, bilhassa Mart ayının son haftasına girildiğinde, kendilerini hummalı bir faaliyetin içinde buluyor.

Şüphesiz yılın dört mevsiminde de benzer faaliyetler aralıksız şekilde devam ediyor. Fakat, Mart’ın son haftasındaki durum yine de bir başka manzara arz ediyor.

Zira, 23 Mart’ta (1960) vefat eden Bediüzzaman Hazretleri, kendisiyle ve dâvâsıyla bağlantılı olarak “ölüm hakikati” hakkında şunları söylüyor:

1) “Ve’l–mevtü yevmî Nevrûzinâ.” Yani “Ölüm, bizim Nevrûz Bayramı günü gibidir.”

2) “Benim vefâtım, hayatımdan ziyade dine hizmet edecek.”
İşte, bu hakikatlerin gün geçtikçe daha da parlak bir sûrette zuhur ettiğini müşahade etmekteyiz.
Nur Talebelerinin bulunduğu hemen her yerde, hasseten şu Nevrûz günlerinde umumun iştirak edebildiği dersler, sohbetler, seminerler, konferanslar, paneller, kongreler tertip edilerek, fikrî ve mânevî bir dirilişin ispatı gerçekleştiriliyor.

Dünya ehlinin hesabı

Said Nursî, hayatta iken ona rahatlık yüzü vermeyenler, o zâtı mezarında dahi rahat bırakmadılar.
Onlar, kendi plân ve hasaplarına göre, Said Nursî’yi rahat bırakmamakla, daimî bir takip ve tarassut altında bulundurmakla, onun sesini kısacak, onun hizmetini akamete uğratacaklardı.
Ne var ki, hesapları tutmadığı gibi, bütün plânları da akim kaldı.
Nitekim, Bediüzzaman’ı defalarca (asgari 19 kez) zehirlediler; ancak, öldürmeye muvaffak olamadılar.
En az zehirleme sayısı kadar da—bazan tetikçi tutmak şeklinde—doğrudan müdahale ile canına kast ettiler. Lâkin, öldürmeyen Allah, onu her defasında inayet altında tutup muhafaza eyledi.
Said Nursî, defalarca ölümün eşiğine kadar geldi; incecik sınırlardan döndü.
Özetle: Divân–ı Harplerde idam talebiyle yargılandı. Darağacının tam da kıyısından döndü. (1909)
Yüksek kayalıklardan (Van Kalesi) kaydı. Tehlike ihtimali yüzde yüz iken, Gavs–ı Âzamın himmeti ve Hakk’ın inayeti ile muhafaza olundu.
Vahşî ortamlarda, vahşî hayvanlarla, aç canavarlarla defalarca karşı karşıya geldi. Yine bir dest–i inayet ile hiç zarar görmeden kurtuldu.
Harbe iştirak etti. Aylarca dağ başlarında, ateş hattında haricî düşmanla savaştı. Düşman gülleleri üç öldürecek yerine isabet etti. Ayağı da kırık bir şekilde esir düştü. Esaret hayatında, birkaç kez ölümle burun buruna geldi. Ancak, bütün bu helâket ve felâket sürecini, yine inayet–i Hak ile atlatarak kurtuldu. (1915–18)
Esaret dönüşü, İstanbul’da işgalci kâfirlerin boy hedefi haline geldi. Ankara’da ise, iki defa gaddar münafıkların sûikastına mâruz kaldı. Fakat, aynı inayet şemsiyesiyle yine muhafaza olundu. (1918–23)
1925’ten sonrası için, 35 yıl müddetle devam eden ve tarihte emsâli görülmemiş bir mutlak şiddet, baskı ve istibdat dönemi söz konusu oldu.
Bu zaman zarfında görüp yaşadıklarını—satır başlarıyla da olsa—bir köşe yazısına sığdırmak neredeyse imkânsız.
Üstad Bediüzzaman’ın görüp yaşadığı zulümlü baskılara, normal bir insanın dayanması ve hiç pes etmemesi mümkün görünmüyor.
Onun tam bir sabır ve tahammül içinde kalarak ve sadece dâvâsına kilitlenerek hayatını idame ettirmesi, normalde “tavr–ı aklın” haricinde görünüyor.
Demek ki, o vazifedar bir şahsiyettir ki, hiç durmuyor, hiç pes etmiyor, tam bir azim ve kararlılık içinde maksadına uygun şekilde mücadelesine devam ediyor.
Başkası olsa, yani mânen vazifeli olmayan bir şahıs olsa, böylesine ağır şartlar altında, “Artık yeter”, yahut “Benden bu kadar” diyerek havlu atar ve aynı istikamet üzere hiç istikrarını bozmadan gitmesi, gidebilmesi mümkün olmazdı.
Demek ki, takdir–i İlâhî ile, o zât bu zamanda tavzif edildiği için, bütün hayatını, firesiz ve hiç inhiraf etmeksizin kudsî imân dâvâsı yolunda idame ikmâl ettirebildi.
Ne mutlu, aynı yolda gidenlere ve aynı çığırda hizmet edenlere.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*