Vazifeye talip olmak

Aslında kendisini bir dâvanın hizmetkârı olarak gören her fert vazifelidir ve zaten fıtrî bir vazifeyi ifa etmektedir.

Hem de hakikat beyanındaki, “gayet ağır ve büyük ve umumî ve kudsî bir vazife-i imaniye ve hizmet-i Kur’aniye omuzumuza ihsan-ı İlahî tarafından konulmuştur” cümlesinde geçtiği şekliyle bir vazife.

Hem de, bütünüyle ihlâs kuvvetine dayanan ve Allah’ın rızasına yönelik olan bir vazife..

Hem de, dünyada görünen yönüyle muvaffakiyet veya muvaffakiyetsizlik takdirini sadece Allah’tan bildiğimiz bir vazife.

Hem de, bu yolda zerre kadarıyla yıldız kadarının ağırlığının aynı olduğu; en küçük bir zahmet ve meşakkatin, ihlâs ve “iştirak-i amal-i uhrevîye” sırrıyla en büyüğüyle eş değerde sayıldığı bir vazife..

Hem de, manevî cihad ve küllî ubudiyet sayılan ve “neticesi ve semeratı uhrevî olan” bir vazife..

Hem de hizmetkârlarını, Ahirzaman Müceddidi’nin “ahiret kardeşleri” yapan bir vazife..

Artık bu vazifenin küçüğüne ve büyüğüne, aşağısına ve yukarısına, altına ve üstüne bakılmaz ve bakılmamalı..

Hatta (hizmet mekânını süpürüp temizlemek, mutfakta çalışmak gibi) aşağıda görülen ve dünyevî nazarda itibarı olmayan bir vazife, uhrevî neticesi ve semeratı itibariyle üst vazifelerden daha üstün ve daha parlak olabilir..

Çünkü önde görülen ve nazarlara sıkça akseden bir vazife, nefis ve eneyi okşaması itibariyle o vazifedar için büyük risk ve imtihanı da beraberinde getirir.

Heyet ve komisyonları, kurum ve kuruluşları da bulunan bir hizmet ekolünde farklı hizmet bölümlerinde vazife almaya namzet gönüllü fedakârlar bulunabileceği gibi, kendileri talip olmadıkları halde, kabiliyet ve ehliyetlerinden istifade noktasında vazifeye de çağrılabilirler.

Umumun veya ekseriyetin teveccühü ve kabulüyle riskli ve ağır mes’uliyetli vazifelere getirilenler, bilmecbûriye ve bihakkın vazifelerini ifa etmeye çalışırlar. Daima hakkın hatırını ve umumun hukukunu gözetirler. Yıprandıklarını ve yorulduklarını fark eder etmez, daha güçlü omuzlara devretmek için ve zaafa düşmeden emaneti teslim etmek için âdeta yalvarırlar. Bunun aksi bir durum; yani ilânihaye kendini orada tutmak için, türlü yollara başvurmak, bulunduğu pozisyondan ayrı düşmeyi kendine yedirememek, emaneti bir başka ele devretmekten hazzetmemek ve bunu “zül” telâkki etmek, akla ziyandır, ihlâs dairesinde haramdır.

Enes b. Mâlik (ra) nakleder: Hazret-i Ömer (ra) bir gece devriye gezerken, bir kafilenin konakladığını görür ve onlara karşı hırsızlık yapılmasından endişe eder. O esnada Abdurrahman b. Avf ile karşılaşır ve der ki:

“Gece devriye gezerken konaklamış bir kafileye rastladım. Gece uyuduklarında hırsızların eşyalarını çalmasından korktum. Gel beraber onların eşyalarını bekleyelim!”

Kafiledekilere yakın bir yere otururlar ve onlara bekçilik yaparlar. Fecir doğup sabah namazı vakti girince Hazret-i Ömer (ra) kafiledekilere namaz vaktinin girdiğini duyurur ve onların kalkmaya başladıklarını görünce yanlarından ayrılır.

Dünyada iken cennetle müjdelenen Hz. Ömer (ra) kanlı bir suikasta uğradı, yarasından kanlar akarken evine getirildi. Sordular:

-Yemek ister misin?

-Hayır.

-Su içer misin?

-Hayır.

Bunun üzerine etrafındaki sahabeler:

-Namaz kılacak mısın, diye sorarlar.

Hz. Ömer’in âdeta gözleri parlar, yavaş yavaş enerjisi tükenmekte olan vücuduna can gelir.

-Evet, kılacağım, der.

O güzel insan, yarasından kanlar akarken sabah namazını kılar.

İşte böyle. Onların hayatları kadar, mematları da muhteşem olmuştur. Onlar nerede, günümüz idarecileri nerede?

“Ey kanaatsiz, hırslı ve iktisatsız, israflı ve haksız, şekvalı, gafil insan! Kat‘iyen bil ki, kanaat, ticaretli bir şükrandır; hırs, hasaretli bir küfrandır (nankörlüktür).”

“Eğer aklın varsa kanaate alış ve rızaya çalış…”

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*