..Ve Nurlar parlamıştı

Kastamonu ayrılık ateşiyle yanıyordu. Kastamonu ağlıyordu. Hazret’e sekiz yılı aşkın bir zaman mekân olma mazhariyetinin ardından, Hazret’in oradan ayrılması Kastamonuluyu derinden yaralamış ve üzmüştü.

Evet Üstad Bediüzzaman’a tam sekiz yıl nur menzili olan yerler, Üstad’a hasret gözyaşları akıtıyordu. Onun nurunun aydınlattığı geceler, onunla Kelime-i Tevhid’i zikreden ağaçlar, nebâtat ve hayvanât da yastaydı adeta.

Kastamonu halkının “Nereye sultanım?” demelerine kalmadan, Üstad bileklerine takılan kelepçelerle bir müfreze eşliğinde Denizli’ye revan olmaktaydı. Üstelik birçok “nurdaş”ıyla birlikte yapılacaktı bu yolculuk. Üstadı talebelerinden ayırmamışlardı. Denizli hapishanesinin soğuk, ufunetli ve rutubetli duvarlarında gözyaşı vardı. Emin, Feyzi, Nazif, Mustafa, İbrahim, Hazret’in Denizli mahpushanesinde yoldaşlarıydı. Isparta civarından bir çok nur şakirdi vardı burada. Evet, Nurun Hafız Ali’si de buradaydı. Uzun boylu, zayıf ve naif olan Hafız Ali… Aynı zamanda Üstadın canına can, kanına kan veren ve şehid olandı o! Ve çok çileler çeken sâir Nur Talebelerinden Hüsrev Efendi de oradaydı. Tabiî ki, İbrahim, Re’fet, Mustafa, Emin, Feyzi ve daha birçok Nur kahramanına da mekânı olmuştu Denizli hapishanesi.
Zor günler ve geceler yaşıyorlardı. Çetinliğin ardından kolaylığın, zahmet ve meşakkatin akabinde rahmet sağanaklarının geleceği, kalb ve gönüllerde sevinç çiçeklerinin açacağı inancı, Hazret ve arkadaşlarının imanlarını kuvvetlendiriyordu. Bu vesileyle kalbler ve yüzler nurluydu. 
Gönüller de coşkuluydu. Bir olan Rabb-i Rahimlerinin ulvî ve mukaddes dâvâsı uğruna çile çekmenin zirvesi, tarif edilecek gibi değildi. Tabiî ki bu yüksek mânâyı tarif ve tahayyül etmek de…
Denizli hapishanesinin sıkıcı havasını izâlede kullandıkları en emin ve keskin yol, Nurlarla hemhâl, evrâd ve ezkârla meşgul olmaktı. Ve bir de, diğer mahpuslara nur-u iman derslerini vermekti. Lisan-ı hâl ve lisan-ı kal ile..
Günler ve geceler bu minvalde geçip gidiyordu. “Meyve Risâlesi”nin yazılmasına da vesile olan Denizli hapishanesi günlerinde, Hazret’in bir gece yarısı vaktinde dışarıya da akseden iniltileri, planlı bir şekilde yapılmakta olan bu menfur zulümlerin ispatıydı. O gece nasıl olmuşsa olmuş, bu gizli düşmanlar güruhu, Üstadın tecritte bulunduğu tek kişilik hücresine girerek onu zehirlemişlerdi. Takdir-i İlâhî, Selahaddin o gece Üstadın sesini duymuştu. Duymamış olsaydı, belki de Hazret o müthiş zehirin tesiriyle o gün gözlerini kapatacaktı bu âleme. Selahaddin Çelebi, bir yolunu bulup gardiyanları nasıl atlattıysa, Üstadın koğuşuna girmeyi başarmıştı. Aziz Üstadı perişan bir halde görmüş, bu hâlin verdiği hüzün ve çekilmekte olan çile, ikisini de kederlendirmiş, birlikte ağlamalarına sebep olmuştu. “Zalimler!.. Hainler!..” diye haykırarak tepkisini verebilmişti Selahaddin Çelebi.
Müthiş bir zulmün kol gezdiği, verilen menfur emirlerin uygulama sahasını teşkil eden Denizli hapishanesi bütün varlığıyla, tecrid odalarıyla birlikte ağlıyordu sanki. Bütün bu zor şartlar içinde bile Üstad telifattaydı, milletin imanının kurtulması için yazmakta, eserlerine yenilerini ilâve etmekteydi. Küçük kâğıtlara yazılan Nur hakikatleri kibrit kutularının içine sıkıştırılarak elden ele dolaştırılmak yoluyla, telifata/eserlerin çoğaltılmasına devam ediliyordu. Her bir nur kahramanı adeta birer matbaa gibi, Nur hakikatlerini yazmak, yaymak ve okumakla meşguldü. Yedi cihan bu vefakâr ve cefakâr, gayretli Nurcuları alkışlıyordu. Melekler de bu kutlamaya iştirak ediyordu. Denizli hapishanesindeki mahkûmiyet tam dokuz ay sürmüş ve meyvesi de “Meyve Risâlesi” olmuştu.
Amansız zulmetin içinden “Nurlar” parlayıvermişti, Elhamdülillâh.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*