Velâdet-i Nur-i Nebevî (asm)

Yüce Sanatkâr Sâni-i Hakîm, kâinat ve içindekileri, en küçük varlıktan en büyüğüne kadar, bir sanat, bir tertip, bir düzen ve bir hikmet içre merâtip sırrına uygun olarak yaratmıştır. Bütün bu sanatlı ve hikmetli yaratılışların en mühim sebebi ve ille-i gayesi Kâinat Sultanı’nın (cc) esma ve sıfatlarının tecellisidir.

Bu sırrın bir tezahürü olarak Yüce Sultan bir hadis-i kudsîde, “Ben gizli bir sır (hazine) idim, bilinmek istedim; kâinatı yarattım” buyurmaktadır. Risale-i Nur’un verdiği ders ışığında bu hadis-i kudsîyi şöyle de okuyabiliriz: “Ben gizli bir sır (hazine) idim, görmek ve görünmek istedim; bu sebeple on sekiz bin âlemi ve onların içinde şecere-i kâinatın medar-ı iftiharı ve o şecere-i kâinattaki tüm güzelliklerin hülâsası ve onlara en kâmil bir ayna olarak kulum, habibim Muhammed’i (asm) yarattım.’’

Herkesçe malumdur ki, bu hikmetli derecât ve meratip sırrının bir tezahürü olarak çekirdek ve tohumun yaratılışı, ağacın yaratılışına tekaddüm etmektedir. Demek ki tohumun toprağa atılmasından itibaren, her safhada tohumdaki gizli sırlar bir bir açılmakta ve çiçek ve meyveyle birlikte açılan sırlardaki güzellik ve muhteşemlikler zirveye ulaşmaktadır.

Bugünün belgesellerinde, tohumdan toprağa kadar tespit edilebilen sırlardan bir kısmının yavaş çekimlerini izlerken hepimiz, ruh, beden ve zahiri ve batini duygularımızın bütünleşmesiyle, kendimizi sırlarla dolu bir âlemde hissederiz ve dudaklarımızdan, gayr-i ihtiyari “Allahü Ekber!” lafızlarının döküldüğünü görürüz.

İşte, Kâinat Sultanının en değer verdiği ve “Habibim!” diye iltifat ettiği, esma ve sıfat-ı İlâhiyenin en kâmil aynası olan Muhammed-i Arabî (asm) bu mânâda hem kâinatın çekirdek-i aslîsi ve sebeb-i hilkati, hem de en kâmil meyvesi ve neticesidir. Zaman ve yer kavramı, öncelik ve sonralık gibi hadiseler Cenab-ı Hakkın Zâtı karşısında bizim anladığımız manaların çok ötesinde sırlar ifade eder. O, Zatında ve fiiliyâtında ezelî ve ebedîdir; evveli ve ahirinin sınırı yoktur. İlm-i ezelîsi ile kâinatı ve Hz. Âdem’i (as) yaratmadan önce varlık âleminin nurlu çekirdeği olarak nur-u Muhammedî’yi (asm) yaratmış ve tüm yaratılış ağacının dal, budak ve meyvelerini o “tohum-u nurâniye” bina etmiştir.

Hallâk-ı Kerîm’in en evvel yarattığının nur-u Muhammedî olduğunu, isterseniz o yüce Nebî’nin, nurdan parlak, şeker ve ballardan daha tatlı kendi ifadelerinden dinleyelim:

Hz. Cabir anlatıyor: “Ey Allah’ın Resûlü! Anam-babam sana feda olsun, Allah’ın her şeyden önce ilk yarattığı şeyi bana söyler misiniz?’ diye sordum. Şöyle buyurdu:

‘Ey Cabir! Her şeyden önce Allah’ın ilk yarattığı şey, senin Peygamberinin nurudur. O nur, Allah’ın kudretiyle onun dilediği yerlerde dolaşıp duruyordu. O vakit daha hiçbir şey yoktu. Ne Levh, ne kalem, ne cennet, ne ateş/cehennem vardı. Ne melek, ne gök, ne yer, ne güneş, ne ay, ne cin ve ne de insan vardı.”

Yaratılış ve nur-u Muhammedînin (asm) bir ifadesi  ve “Levlâke levlak” sırrının hülasası olan “Ey Habibim! Sen olmasaydın bu kâinat ve içindekileri yaratmazdım.” hadis-i kudsîsi bu hakikatin en mücmel hülâsasıdır.

Yaratılış ağacındaki her varlık bir nazm-ı İlâhîdir. Bu İlâhî nazmın “taç beyti” O’nun adının geçtiği her şiir, her sohbet; bu nazmın “beytü’l-gazeli’’ olan en güzel beyti ise Muhammed-i Arabî’dir (asm). Onun adı kâinat kitabına asılmış muhteşem bir mahya, tüm kâinat kitabının göz alıcı, bîpaha ve bîmisâl nuranî satırıdır. Demek kainat şehrinde ilân edilen ve sergilenen sanat-ı İlâhiye eserlerinin en baş ve kıymetli, bütün cihetleriyle anlaşılmaya değer elmas parçası, mağribten maşrıka, bütün nurları üzerinde cem eden, nur-u Muhammedî ve cesed-i Muhammedî’dir (asm).

Hazret-i Âdem’den (as) beri bütün peygamberlerin ve bütün asırların fitne ve belâsından Allah’a sığındığı en dehşetli zaman olan âhirzamanda, 80 küsur yıllık hayatında, Asr-ı Saadet’te dâvâ-yı Muhammedî (asm) için kızgın çöllerin kumlarında sürüklenerek eziyet ve işkencelere maruz bırakıldığı halde dâvâsından vazgeçmeyen Bilâl (ra) misâli, küfrün hadsiz zulüm, işkence ve zehirleri karşısında dimdik durarak bu asırda Peygamber vârisi olduğu hayatı ve eserleriyle teyid edilen Bediüzzaman Hazretleri, 6000 sayfalık Kur’ân Tefsirinin tamamında dâvâ-yı Muhammedi’yi (asm) ilân etmiş, hususan onun dörtte birisinde Nübüvvet dâvâsını ve Hazret-i Muhammed’i (asm), şu ana kadar yazılan hiçbir eserde görülmeyecek ulviyet ve güzellikte, senâ edilmeye lâyık en ulvî vasıflarla anlatmıştır. İsterseniz onun Kur’ân’dan lemaân ederek yazdığı “Mesnevî-i Nuriye” adlı eserinden nur-u Muhammedî’ye (asm) hep birlikte nazar edelim:

“İ’lem eyyühe’l-aziz! (Bil ki ey aziz!) Şu gördüğün büyük âleme büyük bir kitab nazariyle bakılırsa, nur-u Muhammedî (asm) o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir.

“Eğer o âlem-i kebîr, bir şecere tahayyül edilirse, nur-u Muhammedî (asm) hem çekirdeği, hem semeresi olur.

“Eğer dünya mücessem bir zîhayat farzedilirse, o nur onun ruhu olur.

“Eğer büyük bir insan tasavvur edilirse, o nur onun aklı olur.

“Eğer pek güzel şaşaalı bir Cennet bahçesi tahayyül edilirse, nur-u Muhammedî (asm) onun andelîbi olur.

“Eğer pek büyük bir saray farzedilirse, nur-u Muhammedî (asm) o Sultan-ı Ezelî’nin makarr-ı saltanat ve haşmeti ve tecelliyât-ı cemâliyesiyle âsâr-ı sanatını hâvi olan o yüksek saraya nâzır ve münâdî ve teşrifatçı olur. Bütün insanları dâvet ediyor. O sarayda bulunan bütün antika sanatları, hârikaları ve mu’cizeleri târif ediyor. Halkı o saray sâhibine, Sâniine iman etmek üzere cazibedar, hayret-efzâ dâvet ediyor.” (Mesnevî-i Nuriye, Habbe, s. 116)
***
Ölümsüz halk şiirlerinden birinde şâir “Gülü olmayan ve bülbülü ötmeyen bahçeyi ben neyleyeyim?” diyor. Kâinat Kur’ân’ının hülâsası olan Kur’ân-ı Hakîm’de Yüce Yaratıcımız “Biz insanı en güzel bir şekilde, kâinata bir takvim olarak yarattık” buyurmaktadır. Buradan hareketle, “Kâinat kitabının sonsuz ve muhteşem güzelliklerini ve manzaralarını tamamlayan insan ve o kâinat bahçelerinin Bülbül-ü Zîşânı Hazret-i Muhammed’dir (asm)” diyebiliriz. Kültürümüzün baş tâcı olan Mevlid’inde Süleyman Çelebi “Gül cemâlin gülşen etti âlemi” sözleriyle, gül-ü Muhammedî’yi (asm) ve onun kıymetini bir nebze ifade ederek, cihan tarihine ölümsüz bir not düşmüştür.

Hazret-i Resûl (asm), insâniyette, ahlâkta, tarif edicilik ve yol göstericilikte, fazilet ve sevap cihetinde en büyüktür. Sûretçe en güzel, sîretçe en güzel odur (asm), en büyük rehber ve en güzel aile reisi odur, en sevgili odur (asm).

Asrın Kur’ân Hakikatleri Risale-i Nurların tatlı ve feyizli bir sohbetinde, varlığımızı ve mevcudiyetimizi nur-u Muhammedî’ye (asm) borçlu olduğumuzu hep birlikte tahattur ettik. O yaratılmasaydı elbette biz de olmayacaktık. Eğer Rabbimiz toprak, taş, bitki, hayvan ve hattâ kâinattaki tüm varlıklar üzerinde bir kıymetle bizi yaratıp, o Yüce Resûl’ün (asm) şahsında bizi kendisine muhatap ittihaz etmişse bunu gül-ü Muhammedî’ye (asm) borçlu ve ona her şeyimiz ve bütün varlığımızla medyun-u şükranız. 

Yüce Resûl’ün (asm) her işimiz ve her şeyimizde şefîimiz ve rehberimiz olduğu hakikati beni, sizlerle de paylaşmak istediğim ve çalışma hayatında yaşadığım nurlu bir hatıraya götürdü; hatıra şu:

Yıllar önce Millî Eğitim’de yöneticilik yaptığım bir günde, İl Müftülüğü’nün “Din Hizmetleriyle İlgili Çalışmalar ve Stratejik Planlama’’ konulu, ilde bulunan din görevlisi, vaizler, müftüler ve Kur’ân kursu öğreticilerinin ve diğer katılımcıların çağrıldığı bir toplantıya ben de merkez ilçeyi temsilen katılmıştım. Toplantıda en önce söz alan il müftüsü, din hizmetlerinin öncelikle din adamları tarafından yürütülmesi gerektiğini ifade ederek, bu konuda stratejik planlamanın (o günlerde stratejik planlama ile ilgili çalışmalara devlet kuruluşlarında ve okullarda öncelik verilmekteydi) önemine vurgu yaptı. Daha sonra söz alan diğer konuşmacılar ve bilhassa din görevlileri, camilerdeki cemaat azlığından ve cemaatin genellikle ihtiyarlardan teşekkülünden şikâyet ettiler. Ben de bunun üzerine mesuliyet hissi gereği söz almamın gerekli olduğunu düşündüm. Ayrıca o sırada, Avrupa Birliği Projeleri ve Stratejik Planlama işlerine bakıyordum ve konuyla ilgili bir hayli malûmatım vardı.

Acizane söz alıp, kendimi ve görevimi tanıtarak özetle şunları söyledim:

“Değerli arkadaşlar! Lütfen söylediklerimiz ‘tereciye tere satmak’ gibi anlaşılmasın, bu işin ehilleri sizlersiniz, ben sadece bazı güzellikleri tekrar kabilinden paylaşmak istiyorum: Bir kere şunu kesinlikle ifade etmek isterim ki, “Emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker’’ vazifesi ve bunun öğrenilip tebliği sadece din görevlilerine değil, her Müslümana, ayrı ayrı, farz-ı ayın olan bir görev. Ayrıca uzaklarda stratejik planlama uzmanı ve rehber aramaya gerek yok. En büyük rehber Hz. Muhammed (asm); en büyük stratejik Planlamacı Hz. Muhammed (asm), en kâmil insan, en mükemmel baş öğretmen, en mükemmel aile reisi, en mükemmel pedagog ve en mükemmel ruh hekimi o. O’nun (asm) en mükemmel tarafı Allah’ın birliğini ve iman esaslarını kâinata ilân etmesi ve O’nun (asm) tebliğciliği. Bundan 1400 sene önce gelmiş, geçmiş ve gelecek insanların en mükemmeli, en şereflisi ve kâinatın medar-ı iftiharı Hz. Muhammed (asm), belki de gelmiş geçmiş insanların en şerefsiz ve aşağısında bulunan Ebu Cehil’in ayağına defalarca Allah’ın birliği ve diğer iman esaslarının tebliği için gitmiş (bir rivayete göre 80 defa ayağına gitmiş). Peki bizler tebliğdeki o mükemmel Üstadımıza ittibaen, caminin ve bulunduğumuz mevkinin en yakınından en uzağına kadar, kaç esnafa veya aileye Kur’ân ve İslâmiyeti tebliğ ettik ve ayaklarına gidip camiye dâvet ettik? Bu işin hata ve eksiğini öncelikle kendimizde arayalım. Yarın camimizin en yakınında bulunan biri: “Ya Rabbi! Ben bu din görevlisinden şikâyetçiyim; bana bir kere gelip tebliğ etse belki ben kurtulacaktım’’ derse halimiz nic’olur!…’’ diyerek sözlerimi bağladım. Bu konuşmadan sonra toplantının bir anda mecra ve mahiyeti değişti.

İşte, 23 Ocak Çarşamba gününü Perşembeye bağlayan gün, o büyük Resûl’ün âlemimize teşrif edip nurlandırdığı o çok ehemmiyetli günün, yani Mevlid Kandili’nin yıl dönümünü idrak edip huşû içinde feyizli ibadet, istiâze ve duâlarımızla bu geceyi ihya edeceğiz. Başta her an ona getireceğimiz salâvatlar ve Sünnet-i Seniyyesine ittibaımızla ona ümmet olmanın şuuruna ereceğiz inşaallah.

Hazret-i Resûl (asm), insâniyette, ahlâkta, tarif edicilik ve yol göstericilikte, fazilet ve sevap cihetinde en büyüktür. Sûretçe en güzel, sîretçe en güzel odur (asm), en büyük rehber ve en güzel aile reisi odur (asm), en sevgili odur (asm).

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, Hazret-i Resûlullah’ın (asm) Cenâb-ı Hak katında taşıdığı değeri anlatmada sayfalar yetersiz, kalemler mahzundur.

İnsanlık bunca maddî terakkî ve imkânlara ulaşmasına rağmen, mutsuzdur ve Hazret-i Muhammed (asm) ve O’nun (asm) Nuruna bugün her zamankinden daha çok muhtaçtır. Kurtuluşu için gaflet ve dalâletin karanlık vadilerinde bir ışık ve bir yol aramaktadır. Çabuk bir kıyamet kopmazsa inşaallah beşer aradığı bu ışık ve yolu bulacak ve onunla cennet-âsâ baharlar yaşayacaktır. Bu yol, Hz. Muhammed’in (asm) yolu, bu ışıksa Nur-u Muhammedî’dir (asm).

Cenâb-ı Allah bu vesileyle cümlemizi O’nun (asm) nurlu yolundan ayırmasın! Âmin! Sünnet-i Seniyyesine ittibâda hissemizi ziyade kılsın! Âmin! Şefaatine nâil eylesin! Âmin! Mevlid Kandilimizin günü ve geceleriyle, ömrümüzün bütün gündüz ve gecelerini rızasına muvafık eylesin! Âmin!

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*