Vurgun yedik sol yanımızdan

Dalgıçlar iyi bilirler; yeryüzünde 1 olan atmosfer basıncı her on metre su derinliğinde 1 derece artar. 30 metrenin altındaki dalışlarda kanında azot miktarı yükselen bir dalgıç, su yüzüne çıkınca vurgun (dekompresyon) yemiş olur.

O vurgunu rehabilite edebilmek için hasta basınç odasına alınır ve yüksek basınç verilerek kademe kademe normal seviyelere getirilir.

Derin güçlerin memleketi derin sularda yüzdürüp, kimyamızla oynaması neticesinde millet olarak öyle bir vurgun yedik ki, şoktayız…

Yavaş yavaş içirilen zehir gibi duyu organlarımız felç oldu neredeyse. İşin kötüsü immun sistemi devre dışı kaldığında bağışıklık da bozulmuş olur. (..)Biyotiklere olan bağımlılık ilâcın tesirini yok ettiği gibi, tamirat ameleleri ikaz alamıyorlar. Dolayısıyla farkındalık dumura uğruyor.

Yoksulluk, zulüm ve ölümlerle inleyen mazlûm, mağdur ve mahkûmlara rağmen evi sıcak, buzdolabı tıka basa, gardrobu seçim yapamayacak çoklukta, 250 metrekare evlerde, bakkala bile arabayla giden ve yemek yemek üstüne yiyerek obezite sınırlarını aşmış, extra XXL beden bulamayan tüketim insanının lâtifeleri nasıl açılır da, gurebanın ve mazlûmun hâline empati yapabilir.

Hani “Komşusu aç iken tok yatan bizden değildi(r)”

Hani biz Habeşistan’daki uçan kuşun iaşesini te’min edendik.

Hani biz, aç kurtlar İstanbul’u bastığın da tiz koyunlar kesile Belgrad ormanlarına atıla” diyecek kadar hayvan haklarına bile riayet edinendik. Ne oldu bize, hayvan kadar da mı değersizleşti halife-i arz olan bu insan. Hele işinden-aşından, evinden-yurdundan edilen, bu fakir, bu gureba mazlûmlar?

HANİ İDEALİST MÜSLÜMAN?

İstenilmez, ama sanki dini mahrumiyet devirlerinde daha bir şuurluydu Müslüman. Yokluk ve mahrumiyet varken daha bir gayyur, daha bir paylaşımcı ve daha bir dâvâ adamı, idealistti mü’min..

Sanki tokluk yaramadı bize. Sanki açken daha bir çalışıyordu oruçlu misal melekleşen hasselerimiz.

İktidarı ele geçirince rahatlamaya, iktidar nimetlerinden doyumsuzca yemeye, ezilmişlikten ezmeye doğru yol aldık hatta solladık bile.

Mü’min olma şuuruyla; hani biz, ben tok olayım başkası aç olsa bana ne demeyecektik.

Hani biz, sen çalış ben yiyeyim demeyecektik.

Hani İslâmiyetin cihanşümul hakikatlerini hayata geçirmek gaye-i hayalimizdi ve bütün -izmlere savaş açmıştık.

Hani biz başbakan olacak; memleketi dinsizlikten, zulümlerden kurtaracak hayaller kuruyorduk.

Hani şairler yetişiyor, fikir adamları münazaralar yapıyordu. Okul çıkışlarında şiirlerimizi, hikâyelerimizi paylaşıyor, yarışmalar tertip ediyorduk.

Hani biz millî görüş diye kendimize dönecektik. “Herkese refah ve adil düzen” diye kapı kapı dolaşıp “hak geldi bâtıl zail oldu” adına oy toplamak için kızlarımızı seferber etmiştik.

Önce belediyeler, sonra da iktidarı ele geçirdik. Sakal bırakıp baş kapattık. Memurlar dindar, başörtüsü en yüksek makamlarda. Şehit cenazelerinde en yüksek perdeden aşirler okuduk. Bir elimizde Ku’rân, seçim meydanlarına indik. Bir elimizde Risale-i Nur sallayarak “Bunlar yasaktı, biz devlet eliyle bastık” dedik. Said Nursî ismini çok anıp bilboardlarda yan yana resimlerimizi koyduk. Yaşlı ağabeyler de dindar diye bunlara bel bağladı da “mutlak vekil” zehabından kayıtsız-şartsız destek yarışına girdik… Hani Kur’ân, hani Nurlar, hani adalet, hürriyet hani.

ÖTEKİ ZULÜMLERE SEVİNMEK

Rutin hayatımızda iş, aş ve ibadetler düzenli giderken, değişen siyasî hadiseler içteki dengeleri ve kimyamızı bozduğu bir vakıadır. 31 Mart Vak’ası, Şeyh Said Ayaklanması, Menemen Hadisesi, devrimler, idamlar, hapisler, sürgünler, harpler, 27 Mayıs, 12 Eylül ihtilâli, 12 Mart Muhtırası, 28 Şubat ve en nihayet 15 Temmuz darbe teşebbüsü…

Siyasetten beklentiler yüksek olunca, gelen zulümlere gözü ve kulağı kapatmaya dışardan bakanlar istihza etseler de gerçekten insanın içini acıtıyor.

Aslında İslâm âleminin en büyük problemi; Şia’ysa Sünnîlere yapılan zulme sevinmek, Sünnîyse Şia’nın çilesine sevinmek. Kürt, Türk, Arap, Keldani, Nuseyri, Yezidi vs. Bizde ise daha bir karmaşa. Diğer saflar netleşmişse de aynı kaynaktan beslenenler kendine vurup ötekileştirerek tam bir siyaset hastalığına düçar oldu. Senelerce beraber bir posta diz çöktüğü kardeşini, siyasî muhalafetten vatan haini yaptı. Adı yok, sanı yok, aklî, subutî delâil yok.

Elbu’du fissiyaseh.

Fitnenin attığı bomba şehirlere, mahalleye ve bir evin içine belki yüreklere vurmuş vaziyette.

Haydi siyaset bu, içine şeytanet girmiş, onun muktezası deyip işimize baka- bilirdik. Fakat, siyasetin yüzlerce yanlışına ve kullandığı şeneat ihtiva eden argümanlarına, mü’minlerin de tarafgirane aynı adavet dilini kullanması ve moda-mod taklit etmesi nasıl bir hipnozdur anlaşılabilmiş değil.

Demek ki vurgun yedik…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*