Yağmur suyu ve toprak

akil olan herkese selam olsun.

Bu tarz selamlamanın biraz tuhaf bir selamlama olduğunun farkındayım. Zira, aklı olmayan insanlar var mı ki, akil olanlar diyorsunuz diye, bir soru sorulabilir.

akıl denilen varlık nice bir şeydir ki, birisine “çok akıllıdır.” Veya “Zekidir” denildiğinde bir iltifat ve mükafat veya “akılsızdır veya geri zekalıdır.” denildiğinde ise, bir hakaret telaki ediliyor.

Bu akıl meselesini çok önemsiyor ve değerli biliyorum. Çünkü, zihnimi çokça meşgul ediyor ve zaman zaman beni derin bir düşünceye sevk ediyor.

Bilmiyorum, belki de bu konuda ifrat ediyor, hatta taşkınlık da yapıyor olabilirım. Cenab-ı Hak, insanı diğer canlılardan üstün kılmıştır. Nitekim allah Kur’an-Kerim’de; “O (allah), yer yüzünde her ne varsa, hepsini sizin için yaratandır.” (1) buyurdu.

Hayvanların etinden, tüyünden, derisinden, kılından, yününden, derisinden, sütünden, dişinden, kemiğinden ve hatta tersinden faydalanabiliyoruz. Daha önceki bir yazımda değindiğim gibi, en zararlı olduğuna inandığımız akrebin zehiri ilaç sanayi-inde önemli bir kimyasal madde olarak kullanılıyorken, diğer yandan yılanların derisinden, başta çok pahalı çantalar, ayakkabılar, kemerler ve daha nice eşya imal edilmektedir.

Ama insana gelince; bu saydıklarımızın hiç biri söz konusu değildir. Maddi değer itibariyle insanı değerlendirip tartacak olursak şayet, elimizde hiç bir şeye yaramayan, sadece bir kemik torbasından ibaret kaldığını göreceğiz.

Hakikaten akıl, bazılarını yüceler yücesi (‘Alay-ı illiyine) çıkaran büyük bir nimet iken, bazıları için de bir nikmet ve azab aleti olabilmektedir. Bir bıçak mutfakta kullanılırken bir nimet ve hizmet aleti iken, bazen da bu bıçak, bir caninin elinde cinayet aleti olabildiği gibi, akıl da aynen öyle; bazen saadet ve mutluluk, bazen da başa bela bir musibet olur. Rûh gibi akıl da, gözle görülmez, elle tutulmaz, ama varlığını hissettiğimiz, inkarı kabil olmayan bir cevherdir.

İşte insanın Allah’tan gelen emaneti omzuna alıp yüklenmesi ve Allah’ın biricik muhatabı olmasının en büyük sebebi ve mesnedi bu akıldır. Ve Allah Kur’an-ı Kerim’de, buna işaret ederek, “Allah aklını kullanmayanları iğrenç bir hayatın içinde yaşatır.” (2) buyurdu

Bunun zıt anlamı; aklını kullananların iğrençlikten, pislikten uzak tertemiz bir yaşam içinde oldukları anlaşılmaktadır. Demek oluyor ki, bütün güzellikler, iyilikler, aşk-u şevk, rahmet ve mutlulukla yaşamak ve bu duygularla hem hal olmak, akılla ve aklın murat edildiği şekilde kullanılmasına bağlıdır.

allah “bizlere öyle bir insaniyet lütfetmiş ki; akıl ve kalb gibi çok aletleriyle hem maddi, hem manevi alemin nihayetsiz hediyelerinden zevk alır.” (3)

Her devirde olduğu gibi, bu zamanda da akla perde olan, aklı çelen, aklı doğru yoldan alıkoyan bir çok sebep vardır. O kesretli perdeleri yırtıp, varlığın hakikatine erişmek için, kişinin aklını kullanması ve idrakini açması gerekir. Sağlam ve sağlıklı bir akl-ı selim ve irade ile, her türlü bağnazlıktan, taassuptan ve şartlanmışlıktan azade olarak, doğru bir düşünceye ve inanca sahip olabilir insan.

Bir önceki yazımızda, su’yun hayatımızda nasıl önemli bir unsur olduğuna değinmiş ve bahsetmiştik.

Hayat, insanlık tarihi boyunca, ilim adamlarının ve düşünürlerinin çokça fikir yürüttükleri konuların başında gelmiştir.

Hayat nedir? Hayatın anlamı ve sırlarını çözmeye yönelik nihayetsiz fikirler ileri sürülmüştür.

Gerçekten insan, bu dünya’ya neden gönderilmiş ve doğumla beraber bu Dünya’ya ayak basmasındaki amaç nedir?

Bu yaşam ve sonu ölümle biten bu hayat serencamında, insanın kazanımları ve kayıpları nelerdir gibi konular, insanın zihnini hep meşgul etmiş, ciddi bir problem ve çok önemli bir mesele olmuştur.

Aristo, insanın yaratılış amacını; “İyi bir insan olmak” niha-i hedefine ulaşabilmektir, diye ifade etmiştir.

Bunun anlamı: İnsanın yaratılış amacı; kimin insanlığa yaraşır bir pratiği ve davranışları olacak ve kimin de insanlığa zararlı bir unsur olacağına dair bir imtihan sürecinin sergilendiği, aslı itibariyle bir maceradır hayat.

Platon (Eflatun)’a göre hayatın anlamı, “Daha çok öğrenmektir.”der.

İlk çağlarda, öncelikle hayat olmak üzere, evrendeki her şey ateş, hava, su ve toprak olmak üzere 4 elementten oluştuğu söyleniyordu.

M.Ö. 624-546 yılları arasında yaşamış olan Thales’e göre her varlığın ana maddesi “Su” idi.

Anaksimenes’e göre hayatın ana kaynağı “Hava”dır. Bu iddiasını da şuna dayandırıyordu: İnsan yaşadığı süre boyunca soluk (nefes) alır ve nefes aldıkça da rûh bedende bulunur. Soluk alma durduğunda rûh ve dolayısıyla yaşam bedeni terk eder.” Diyordu. Şunu demek istiyordu; “yaşamamız için bir rûh’a ihtiyacımız var. Rûh’umuzun ve hayatımızın idamesi ve devamı için de hava’ya, yani nefese ihtiyacımız vardır.

M.Ö.550-480 yıllarında yaşıyan Heraklitos teorisinin merkezinde ise, “Ateş” vardı.

Empedokles ise önceleri, hayatın ve evrenin kaynağı üç element dediğimiz ateş, su ve havadır. Yani bu üçlüden oluşan kombinasyonların varlığın temelini oluşturduğunu savunuyordu.

Ayrıca Empedokles, sonra bu 3 elemente bir de toprağı ilave ederek, bu temel unsurları 4 de çıkardı. Haliyle en makbul olanı da bu teori idi. Zira hayat başta “su” olmak üzere, bu 4 unsurun bir araya gelmesiyle ancak hayat oluşur ve o hayat sürdürülebilir. Bunlardan birinin eksik olması halinde, hayat sakat kalır ve sonuçta yok olmaya mahkûm olur. Bu 4 unsur, birbirinin mütemmimi yani tamamlayıcısı hükmündedirler.

Kainatın sonsuz boşluğunda bir kum tanesi veya bir nokta kadar yer işgal eden dünyamız, kainatin kalbi hükmündedir. Bu özelliğinden olacak ki, K.Kerim’de Allah müteaddit ayetlerde Dünya’yı gökler alemine hep denk tutmuştur. Yani terazinin bir kefesine Dünya, öbür kefesine de bütün kainatı koymuştur.

Bizim inancımıza ve felsefi görüşümüze göre Dünya, bu günkü duruma değişik aşamalardan sonra gelebilmiştir, şöyle ki:

Dünya diğer gezegenlerle birlikte Güneş’le bitişik iken, yüce yaratıcı Allah (cc) ilim, irade ve küdretiyle, hikmetinin gerektirdiği şekliyle gezegenleri Güneş’ten ayırmış ve değişik mesafelerde kendilerine özgü yörüngelerinde tutarak çekim gücü denilen bir kanunla Guneş’e bağlayıp, hali hazırdaki mükemmel sistemi oluşturmuştur.

Bu Dünya içindeki mağma tabakası gibi, dışı da alevden bir top halinde sıvı bir kitleydi. Durum bu merkezde iken, Allah bütün canlılar için yaşama elverişli şartlara haiz bir ortam oluşturmak üzere, Dünya’ya acele kabuk bağlatarak dağları, tepeleri, denizleri ve nehirleri, bulutları ve yağmurları yaratarak hayata elverişli bir zemin oluşturdu. Sıvı haldeki vaziyetten önce taş ve kayaları, onlardan da “Toprak” tabakasını yarattı. Çünkü topraksız bir Dünya’da hayatın canlanması ve oluşması mümkün değildi. Zira toprak hayatın en önemli kaynaklarından biridir.

Allah Te’ala şu ayetlerle Dünyadaki oluşumlara dikkatleri çekmektedir.

“Yeri döşeyen, onda oturaklı dağlar ve ırmaklar yaratan O’dur. Geceyi de gündüzün üzerine O örtüyor. Şüphesiz bütün bunlarda düşünen bir toplum için ibretler vardır.” (4)

“Yer yüzüne bir bakın, onu biz döşedik. Ne kadar da güzel döşemişiz.” (5)

“Allah’ın bir su indirip, onu yer yüzünde kaynaklara koyduğunu görmedin mi? Sonra onunla türlü renkleri olan ekinler çıkarır. Elbette ki temiz, aklı olanlar için ibret ve öğüt vardır.”(6)

Toprak unsuru, zahiri sebep olarak rızkın kaynağıdır. Cenab-ı Hakkın kudret ve Rubûbiyet tecellilerine ve Hayy-ı Kayyum isimlerinin cilvelerine en uygun olan topraktır.

Bediüzzaman hazretleri bununla ilgili şu güzel ifadeleri kullanmaktadır.

“Katı (kesif) bir şeyin aynası ne kadar latif olursa, o surette suretini açık gösterir. Ve nuranî ve latif bir şeyin de aynası ne kadar kesif (katı) olursa, o nisbette Esma’nın cilvelerini (Allah’ın isimlerinin yansımalarını) cilalı gösterir. Mesela hava aynasında, yalnız Güneş’in zayıf bir ziyası (ışığı) görünür. Su aynasında, Güneş ziyasıyla görünse de, yedi rengi görünmüyor. Fakat toprak aynası, çiçeklerinin renkleriyle, Güneş’ın ziyasındaki yedi rengi de gösterir.(7)

Yer yüzünden göğe çıkan su ile gökten inen yağmur, hep belli bir ölçü dahilinde cereyan etmektedir. Buna işareten Allah, Kur’an’da şöyle ifade eder. “Gökten uygun ölçüde yağmur indirip, onu yer(arz)da durdurduk.” (8)

Yağmurun yerde tutulması canlılar için büyük bir nimettir. Şayet yer, yağmur suyunu tutmayıp, olduğu gibi dibe indirseydi veya bu sular sel halinde büsbütün akıp gitseydi, canlılar yağmurun hayatî faydalarından mahrum kaldığı gibi -erozyon olayında görüldüğü üzere- yağmur bazan zararlı da olabilir. “Yağmur suyunun arz’da durması”ndan, suyun yer altında birikmesi de kasdedilmiş olabilir ki, bu da canlılar için Allah’ın bir lutfudur. Çünkü yer altı suları, gerek tabi-î olarak kaynamak ve gerekse insan emeği ile yüzeye çıkarılmak suretiyle faydalanılmaktadır.

Bilindiği kadarıyla bu su hadisesi sadece bizim gezegenimizde cereyan etmektedir. Bir an bu yağmur nimetinin Dünyamızdan kesildiğini düşünecek olursak -Ayette de belirtildiği üzere ki, Allah buna muktedirdir- o zaman Dünya’nın bütün değerini ve anlamını kaybettiğini anlamış olacağız.

Çünkü Dünya’ya değer ve anlam kazandıran tek bir şey vardır, oda hayattır. Su ise bu hayatın ana kaynağıdır.

Allah, bu su nimetinin medar-ı şükran olmasının gereğini, ilgili çok ayetlerde dile getirmekte ve yaptığı icraatlarıyle gözler önüne sermektedir. Onlardan bir misal:

“Kupkuru yerlere su’yu ulaştırdığımızı, onunla gerek hayvanlarının ve gerekse kendilerinin yiyecekleri ekini çıkarmakta olduğumuzu da görmediler mi? Hala da görmeyecekler mi?”(9)

Suyun çok enteresan bir tarafı da, psikolojik söylem ve telkinlerden etkilendiği bilimsel olarak tesbit edilmiştir. Örneğin savaş, nefret, öfke, galiz küfürlü sözlere karşılık bulanık olduğu, aşk, sevgi, Esma-ı İlahiyeden Rahman ve Rahim lafızlarına muhatab olduğunda, bir ay müddetçe saf ve parlak durduğu deneylerle tespit edilmiştir.

Tarih boyunca su üzerinden tezahür eden bazı mu’cizelere de rastlamak mümkün olmuştur.

Örneğin: Hz. İbrahim, eşi Hacer ve küçük bir bebek olan oğlu İsmail’i, bir imtihana tabi tutulmak üzere, ne yiyecek ve ne de su bulunmayan, o ucsuz bucaksız çöllerde terk edince, eseri hala devam eden “Zemzem” suyunun bir ikram-ı Rabbanî ve mu’cizesi olarak tecelli ettiğini görüyoruz.

Susuzluktan kırılmak üzere olan İsmail’ın annesi olan Hacer, su zanniyla yerden dalga dalga yükselen serap’a doğru, Sefa ve Merve arasında telaşla koşuştururken, aniden yerden fışkıran Zemzem suyu, diğer sulardan ayrı tadıyla ve güzelliğiyle ve tükenmez bereketiyle, 4000 bin yıldan beri hala gürleyerek akmakta ve şifa dağıtmaktadır.

Dünya Sağlık Örgütü, Zemzem su’yunun en sağlıklı sulardan olduğunu kabul etmektedir. Hz. Muhammed, “Zemzem Dünya’nın en hayırlı suyudur” buyurdu.

Zemzem, içinde mikro organizma ve bakterilerin bulunmadığı tek ve biricik sudur. Zemzemin tadı başka hiç bir suda yoktur. Zemzem 10 yıl da kalsa, ne bozulur ve ne de tadı değişir.

Hatırlanacağı üzere Nemrut, İbrahim’i yakmak üzere alevleri göklere yükselen o ateşe atınca, Allah’ın emriyle yine su imdada koştu ve o dehşetli ateşi teselli etti, dindirdi ve söndürdüğü gibi, o çorak bölgeyi de bir göle çevirdi ve etrafını da gülistan eyledi.

O balıklı gölü ve içinde neşe ile yüzen o evcil balıkları seyretmek ve onlarla oynaşmak, şüphesiz doyumsuz bir neşe ve sevinç kaynağıdır, ziyaretçilerini bekler.

Musa Peygamber, mu’cizelerinın çoğunu “asa”sı üzerinden gösterirdi. Hatırlarsanız, Firavun ve askerlerince etrafları sarılınca, asasıyla Kızıldeniz’e vurdu, Allah’ın izniyle o deniz suyu ikiye yarılarak, Musa ve refakatindekilere yol verdi ve selametle onları sahile ulaştırdı.

Yine Kur’an’nın ifadesiyle, “Kavmi kendisinden SU isteyince, Musa’ya ‘Asa’nı taşa vur’ diye vahyettik. Derhal ondan 12 pınar fışkırdı.” (10)

Hz. Musa’nın bu mu’cizesi, aynı zamanda ilmin ve teknolojinin gelişmesiyle basit aletlerle, mesela santürfüj ile yerden, kayalardan suyun çıkarılabileceğinin önünü açması, bu yönde bir örnek niteliğindeydi. Ki bu gün beşer bu seviyelere ulaşmış durumdadır.

Hazreti Muhammed’in su ile ilgili çok mu’cizeleri vardır. Bunların çoğu mütavatir haber niteliğindedir. Yani büyük bir insan topluluğu önünde cereyan eden ve yalan ihtimali olmayan sahih rivayetlerdir. 10-100 hatta binlerce insan bunu yaşamış ve şahid olmuştur. Bunun en güzel örneklerinden bir tanesi şudur:

“Cabir ibn-i Abdullahı’l-Ensari beyan ediyor: Biz 1500 kişi Hudeybiye Gazvesinde susadık. Resul-u Ekrem kırba denilen deriden, bir kap sudan abdest aldı. Sonra elini içine soktu. Gördüm ki, parmaklarından çeşme gibi su akıyor. Bin beş yüz kişi içip, kaplarını o kırbadan doldurdular. Salim adındaki sahabi, Cabir’den sormuş, “Kaç kişi idiniz?” Cabir demiş ki: “Yüz bin kişi de olsaydık yine kafi gelirdi.”

Malumdur ki incecik ipler topak yapılsa, kuvvetli bir halat hükmüne geçer. Bu mu’cizelere şahit olan topluluktan birileri bunu nakleder. Geride kalanlardan, ne itiraz ve ne de yalanlama olur. Bu ise o haberin doğruluğunu gösterir. Çünkü insan, doğası (fıtratı) gereği yalana yalan demeye cibilli bir meyli vardır. İşte şu mu’cize-i bahirenın ravileri manen bin beş yüz kadardır.” (10)

Hayatımızın menba-ı ve bu hayatın istikrarı ve devamı için muhtaç olduğumuz, en büyük bereket ve rahmet olan su konusu üzerinde durmaya devam edeceğiz.

Gün olur Yusuf zindandadır.

Gün olur Yusuf Mısır’a sultandır.

Dipnotlar

(1) Bakara 2/29
(2) Yunus 10/100
(3) Şualar s.144
(4) Ra’d 13/3
(5) Zariyat 51/48
(6) Zumer 39/21
(7) Mesnevi-î Nuriye s. 379.
(8) Mu’minun 23/18
(9) Secde 32/27.
(9) Araf 7/160
(10) Mektubat s 122

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*