Yanlış bir kıyas

Geçenlerde Ekrem Dumanlı’nın ”Dört imamın suçu neydi?” başlıklı yazısı dikkatimi çekmişti. Anlamıştım tabiî neyi kastettiğini, ne ile neyi mukayese ettiğini veya edeceğini…

Yazıyı okudum. Şöyle bir giriş yapıyordu: ”Kaderin cilvesine bakın ki dört büyük mezhep imamının tamamı, devlet zulmüne maruz kaldı. Onlara o zulmü reva görenler, yaban ellerden gelip İslam ülkelerini istila eden ‘küffar’ değildi. Pek çoğu ‘İslam devleti’nin âmiri, hatta bazen halifesiydi. Hilafet mührünü elinde bulunduran o zevatın derdi neydi ki Ahmed bin Hanbel’e, İmam-ı Âzam Ebu Hanife’ye, İmam-ı Malikî’ye ve İmam-ı Şafii’ye baskı yapmış, haklarında dava açmış, hapis ve işkence ile ceza vermeye cür’et etmişti? Dört imamla başlayacağımız örnekleri okudukça mesele ayan beyan ortaya çıkacak. O yüzden en iyisi tarihin sararmış yapraklarına dönmek…” Ve devamında, dört mezheb imamının yaşadıkları zulümleri bir nebze nazara vererek, sözü getirdiği veya getireceği yerle bağlantı kuruyordu.

Son zamanlarda, aklı başında hiçbir ehl-i imanın tasvib etmeyeceği bir şekilde birbiriyle cidale giren iki grubun, bir ucunda bulunan Fethullah Hoca’ya atfedilen bu kıyas, tamamen kıyas-ı maa’l-fârıktır. Yani iki farklı şeyin kıyasıdır. Ne alâka yani? Bir defa o dört mezhebin büyük imamlarının; ne siyasetle, ne ticaretle veya buna benzer hiçbir şeyle alâkaları olmuş mudur? Hele devleti ele geçirmek gibi bir niyetleri hiç olmamıştır. Eğer öyle olsaydı, üstlendikleri imamet vazifesi hakkıyla gerçekleşmez, davalarının ihlâsı kaçardı. Onların maksadı, tamamen doğru İslâmiyeti anlatmaktı. Haa, o imamlar benzetilecekse, ancak Bediüzzaman Hazretlerine benzetilebilirdi. Onun gibi allâme-i cihan bir zat varken, o büyük imamların kendi hocalarına mukayese edilerek anlatılması doğru bir şey olmasa gerek. O dört imamın çektiği zulüm ve sıkıntılarla mukayese etmek yanlıştır.

Hoca efendiyi, biz kırk beş senedir öyle veya böyle tanırız. Risale-i Nur ilmiyle kendilerini geliştirip, sonra da “kendi usullerince” ayrı bir rota çizerek yollarına devam etmiştir… İnşâallah son yaşananlardan ders alınır.

Dinî hizmet bambaşka bir şeydir. O hiçbir şeye âlet edilemez! Ne dünyaya, ne ahirete ait hiçbir şeye… Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin On Dördüncü Şuâ’daki “Afyon müdde-i umumisi ve mahkeme reisi ve azalarına” diye başlayan dokuz esastan “beşinci esası” nazarlarınıza havale ediyoruz: “Hem şimdi hükmeden öyle kuvvetli cereyanlar içinde siyasete girenlerden hiçbir kimse, istiklaliyetini ve ihlâsını muhafaza edemez. Herhalde bir cereyan onun hareketini kendi hesabına alacak, dünyevi maksadına âlet edecek. O hizmetin kudsiyetini bozacak. Hem maddî mübarezede şu asrın bir düsturu olan masum çok taraftarlarını ezmek lâzım gelecek. Yoksa mağlup düşecek. Hem dünya için, dinini bırakan veya âlet edenlerin nazarlarında Kur’ân’ın hiçbir şeye âlet olmayan kudsî hakikatları, bir propaganda-i siyasete âlet olmuş tevehhüm edilecek. Hem milletin her tabakası; muvafıkı ve muhalifi, memuru ve amisinin o hakikatlarda hisseleri var ve onlara muhtaçtırlar. Risale-i Nur şakirdleri, tam bîtarafane kalmak için siyaseti ve maddi mübarezeyi tam bırakmak ve hiç karışmamak lazım gelmiş.”

Daha bu kelâm-ı şahaneden başka söz kalmadı diyerek yazımızı tamamlıyoruz.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*