Yaratılış

Dünyaya gözünü açan her insanın, durup düşünmek fırsatını bulduğu an zihnine hücum eden bazı esaslı sorular vardır:

“Ben kimim?

Bu dünyada ne arıyorum?

Niçin buraya geldim?

Buradan sonra nereye gideceğim?

Benimle bu dünyayı paylaşan bu kadar insan ve canlı-cansız varlık nereden gelip nereye gidiyorlar?..”

Kâinatın neresine bakarsanız bakın, gereksiz, yersiz yaratılmış hiçbir şeyi göremezsiniz. Ne bir fazla, ne bir eksik. Ayaklar yürümek, kanatlar uçmak, gözler görmek, kulaklar işitmek için verilmiştir. Her şey yerli yerince yaratılmış, her şey sonsuz bir hikmetle takdir edilmiştir. İnsanın zihnine yüklenen sorular da maksatsız ve mânâsız değildir.
Bugün kâinatın yaratılışına dair çeşitli teori ve hesaplamalar yapılmakta, değişik rakamlar sıralanmaktadır. Burada verilen rakamların isabetli ve isabetsiz olmasından önce önemli olan, kâinatın yaratılmış olması gerçeğinin kabul edilmesidir. Demek ki, kâinat bir zamanlar yoktu. Yani yokluktan varlığa çıktı. Bu durumda henüz varlık mefhumunun var olmadığı bir zamanda varlığı yokluğa tercih edecek ve bu tercihini meydana getirecek, yani yaratacak bir kudrete ihtiyaç vardır. Peki, o kudret nedir? Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “Vücud; mümeyyize, muhassısa, müessire olmak üzere, ‘ilim, irade, kudret’ sıfatlarını istilzam eder.”1

Bu ölçüden hareketle denilebilir ki, eşyanın meydana gelebilmesi için ilim, irade ve kudret gibi sıfatlara ihtiyaç vardır. İlim sıfatı, yaratılması söz konusu olan bir şeyin ilmen çeşitli ihtimalleri içinde düşünülmesidir. Bu ise, “mümeyyiz”lik vasfını yani eşya âleminde maddeyi birbirinden ayırt edebilme vasfını sonuç vermektedir. “İlim” sıfatının varlığı, böyle bir ayırt ediciliği sağlamaktadır.

“İrade” sıfatı ise, çeşitli ihtimaller içinde en uygununu seçip ayırmak olan “muhassısa” hâlini netice verir. Bu durum irade sıfatının gereğini akla getirecektir.

Üzerinde karar verilen ve seçilen tarzın meydana getirilmesi “müessire” vasfının gereğidir ki, bir kudret sahibi, kudretiyle yaratmayı irade ettiği şeyi tercih ederek yaratır. Bu ise kudret sıfatının gereği olduğunu ortaya koymaktadır. Bu duruma göre yokluk halinin bir tercihle varlık şekline dönüştüğü görülmektedir. Madem varlık yokluğa tercih edilmiştir, öyleyse bu tercihi kim yapmıştır? Bu sorunun cevabı, kâinatın yaratılışında takip edilen maksat ve gayelerin tesbit ve açıklaması ile yapılabilir.

İçinde yaşadığımız maddî âlemin nasıl ve niçin yaratıldığı, felsefe ile pozitif ilimlerin başta gelen meşguliyetleri arasında yer almaktadır. Ayrıca eşyanın varoluş gerçeğini bir dayanağa bağlayarak açıklamak daima aklı meşgul eden problemlerin başında gelmiştir. Çünkü varlıktan söz edebilmek için varlığın meydana gelmesinde gerçek etki sahibi olan ilim, irade, kudret, sem’ (işitmek), basar (görmek) ve kelâm (konuşmak) gibi sıfatların sahibinin varlığına inanmak mecburiyeti vardır. Bütün bu sıfatlar sonuçta birinci sıfatı olan hayat sahibi bir kudretin varlığını zorunlu kılar.2 Aksi takdirde yaratılan eşyanın ve onda hükmeden kanunların başıboş birer tesadüf eseri olduğunu kabul etmek gerekecektir. Bunun imkânsızlığı Allah inancına bağlılık zaruretini karşımıza çıkarmaktadır.

Eşyayı, dolayısıyla kâinatı yaratma kudretinin yalnızca Allah’ta olduğunu görürüz. Said Nursî, yaratılış olayını şöyle açıklamaktadır:

“Şu mevcudat, irade-i İlâhiye ile seyyâledir. Şu kâinat, emr-i Rabbânî ile seyyaredir. Şu mahlûkat, izn-i İlâhî ile zaman nehrinde mütemadiyen akıyor, âlem-i gaybdan gönderiliyor, âlem-i şehadette vücud-u zâhirî giydiriliyor, sonra âlem-i gayba muntazaman yağıyor, iniyor. Ve emr-i Rabbânî ile mütemadiyen istikbalden gelip hâle uğrayarak teneffüs eder, maziye dökülür.”3

Bu ifadeler, her şeye hâkim bir iradenin kâinatı ademden vücuda (yokluktan varlığa) çıkardığını tespit etmektedir. Varlıklar Allah’ın iradesine tâbidir. Kâinat Allah’ın emri ile hareket etmektedir. Varlıklar Allah’ın izni ile zaman nehrinde sürekli akıyor, gayb âleminden gönderiliyor, şehadet âleminde zahirî bir vücut giydiriliyor ve sonra tekrar gayb âlemine gönderiliyorlar. Yani Allah’ın emri ile varlıklar istikbalden günümüze uğrayıp kısa bir süre kalıp sonra maziye dökülmektedir. Adeta resmigeçit yapmaktadırlar. Aynı zamanda bunlar kayıt altına alınmaktadır. Bütün bunlar bir hikmet ve intizamla sürekli devam etmektedir. Bu mânâyı Bediüzzaman’ın şu ifadelerinde gayet açıklıkla görmekteyiz:

“Şu mahlûkatın şu seyelânı, gayet hakîmâne, rahmet ve ihsan dairesinde ve şu seyeranı, gayet alîmâne, hikmet ve intizam dairesinde ve şu cereyanı, gayet rahîmâne, şefkat ve mizan dairesinde, baştan aşağıya kadar hikmetlerle, maslahatlarla, neticelerle ve gayelerle yapılıyor. Demek, bir Kadîr-i Zülcelâl, bir Hakîm-i Zülkemal, mütemadiyen tavâif-i mevcudâtı ve her taife içindeki cüz’iyatı ve o taifelerden teşekkül eden âlemleri, kudretiyle hayat verip tavzif eder, sonra hikmetiyle terhis edip mevte mazhar eder, âlem-i gayba gönderir, daire-i kudretten daire-i ilme çevirir. İşte, hiç mümkün müdür ki, şu kâinatı heyet-i mecmuasıyla çevirmeye muktedir olmayan ve bütün zamanlara hükmü geçmeyen ve âlemleri hayata, mevte bir fert gibi mazhar etmeye kudreti yetmeyen ve baharları, bir çiçek gibi hayat verip, yeryüzüne takıp, sonra mevtle ondan koparıp alamayan bir zat, mevt ve imâteye sahip çıkabilsin? Evet, en cüz’î bir zîhayatın mevti dahi, hayatı gibi, bütün hakaik-i hayat ve envâ-ı mevt elinde bulunan bir Zât-ı Zülcelâlin kanunuyla, izniyle, emriyle, kuvvetiyle, ilmiyle olmak zarurîdir.” 4

Yukarıda naklettiğimiz bu ifadelerden varlık gerçeği ve varlık üzerinde tasarruf etme hakkının yalnız Allah’ın yaratıcı kudretine ait olduğunu anlıyoruz. Her şey bilinerek hikmet ve intizam dairesinde, şefkat ve ince ölçülerle, baştan sona kadar hikmetlerle, maslahatlarla ve yüksek gayelerle yapılmıştır. En büyük şeyde ne kadar intizam varsa, en küçük şeyde de o kadar intizam vardır. Allah, varlık gruplarına ve her grup içindeki parçalara kudretiyle hayat verip görevlendirir, sonra hikmetiyle asker gibi terhis eder, gayb âlemine gönderir. Bir bakıma kudret dairesinden ilim dairesine alır. Eşyanın yokluktan varlığa çıkması ve bunun büyük bir intizam içinde düzenlenmesi, kâinatta muktedir bir gücün hükmettiğine en büyük delildir. Bu gerçek de, ancak tek bir Allah inancıyla açıklanabileceğini ortaya koymaktadır.

Şu âyet yaratılış hakkındaki hareket noktamızı teşkil etmektedir:

“Nasıl Allah’ı inkâr edersiniz ki, siz bir takım cansız maddelerden ibaret iken O sizi yaratıp hayata kavuşturdu. Sonra O sizi öldürecek, sonra tekrar diriltecektir. Sonunda O’nun huzuruna döndürüleceksiniz.”5

Yaratılıştan maksad, Cenâb-ı Allah’ın yarattığı eserlerindeki san’atı görmek ve göstermek istemesidir.6

Yaratılış, düşünen insanlığın en eski meselelerinden biri, belki de birincisidir. Kendini tabiattan ayrı ve bağımsız bir varlık olarak hisseden her insan, ilk iş olarak kendi aslını, insanlığın aslını düşünecek ve soracaktır. Bu konuda elde edeceği bilgi, kişiyi ister istemez, etrafını saran fizikî çevrenin, yani Dünya’nın, göklerin, Ay, Güneş ve yıldızların da aslını sormaya sevk edecektir. Eğer merak sahibi ise!

Her gün gözümüz önünde nice kafileler gelip geçiyorlar. İşte o kafilelerden birisi de insanoğludur. İnsanoğlu, büyük bir kervan ve muazzam bir kafile gibi mazinin derelerinden gelip, vücut ve hayat çöllerinde misafir olup, istikbalin yüksek dağlarına ve süslü bağlarına yönelip kafile kafile arkasında peş peşe yürümekte iken, kâinatın nazar-ı dikkatini çekti.

“Şu garip ve acip mahlûklar kimlerdir? Nereden geliyorlar? Nereye gidiyorlar? Neden gelen durmuyor, giden dönmüyor? Buradaki vazifeleri nedir?” diye hallerini anlamak üzere iken yaratılış hükumeti, hikmet ilmini karşılarına çıkardı ve aralarında şöyle bir konuşma başladı:

Hikmet:

“Nereden geliyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz? Bu dünyada işiniz nedir? Reisiniz kimdir?”

Bu soruya, insanoğlu adına, kendine benzeyen büyük peygamberler gibi, Muhammed-i Arabî (asm), insanlığa vekâleten karşısına çıkarak şöyle cevapta bulundu:

“Ey hikmet! Bu gördüğün insanlar, Sultan-ı Ezelî’nin kudretiyle, yokluk karanlıklarından, ziyadar varlık âlemine çıkarılan mahlûklardır. Sultan-ı Ezelî, bütün mevcudatı içinde biz insanları seçmiş ve emanet-i kübrayı bize vermiştir. Biz, haşir yoluyla saadet-i ebediyeye müteveccihen hareket etmekteyiz. Dünyadaki işimiz de, o saadet-i ebediye yollarını temin etmekle re’sü’l-malımız olan istidatlarımızı nemalandırmaktır. Ve şu azim insan kervanına, bundan sonra Sultan-ı Ezeli’den risâlet vazifesiyle gelip riyaset eden benim. İşte o Sultan-ı Ezelî’nin risalet beratı olarak bana verdiği Kur’ân-ı Azimüşşan elimdedir. Şüphen varsa al, oku!” 7

San’atlı bir eser yapılmadan önce planlanır. İnşaat safhasına geçmeden önce, mühendislik eserlerinin projelerinin yapıldığı bilinir. Bu işin kader safhasıdır. Kaderi tayin edilmiş bu eserin varlık âlemine çıkması için, yapılması gerekir. Bu da işin kudret safhasını teşkil eder. Bunun için insan gücü, gerekli materyal ve mali imkânların olması gerekir. Kâinatın Yaratıcısı için bu safhalara ihtiyaç yoktur. Bütün bunlar “kâf-nûn” fabrikasında gerçekleşir. Yani “Kün” (Ol) deyince bir anda oluverir.

Kâinatın ilk başlangıcını araştıran insan zihni, orada kalmayıp, bunun tabiî sonucu olan bir başka soruya geçerek “Sonumuz ne olacak, nereye gidiyoruz?” diyecektir. Özetle; doğumla başlayıp, ölümle noktalanan bir hayat kaderine tâbi insanoğlu başlangıcını ve sonunu hep sora gelmiştir:

“Nereden geldik, neciyiz, nereye gidiyoruz, bu dünyadaki işimiz nedir?”

Tarih boyunca bu sorulara cevap olacak felsefeler, görüşler ortaya atılmıştır. Tesadüfle başlatıp mutlak bir sonla tamamlayan, insanlığın encamını yokluğa atan maddeci felsefî görüşler olduğu gibi, ruhun ezeliyetini kabul eden ruhçu, mâneviyatçı görüşler de olmuştur. Tarihin mezarlığında bu görüşlerin enkazlarını görmek mümkündür. İnsanlığı mutlu etmek için ortaya atılan bu görüşler, birbirini yok etmek için uğraşmışlardır. Müsbet hareket edemeyenlerden müsbet sonuç elde edilir mi?

Aslında dinler de insanlığın cevaplandırmakta zorlandığı bu sorulara cevap vermek için vardır. Kâinatta nizam ve intizam varsa tesadüf yoktur. Din tesâdüfî başlangıcı reddeder. “Bir saat intizamıyla belki daha dakik ve hassas çalışan Güneş Sistemi’miz ve kâinat çok usta bir yaratıcının elinden çıkmıştır” der. Sağduyu sahipleri varlıklar arasındaki itme ve çekme kuvvetleri şeklinde tezâhür eden irtibâtı, birbirine zıt ve şuursuz unsurların hayatın devamında ortaya koydukları işbirliği ve tamamlayıcılığı kâinatın parçaları arasındaki dakik ve hassas intizamı, bunların bir elden çıktığına, ustalarının çok mâhir ve kâdir olduğuna, yaratma işini irâde ve şuurla yaptığına delil kabul eder.

Şöyle düşünelim:

“Bir köy muhtarsız olmaz, bir iğne ustasız olmaz, sahipsiz olamaz, bir harf kâtipsiz olamaz; biliyorsun. Nasıl oluyor ki, nihayet derecede muntazam şu memleket hâkimsiz olur?” 8

Varlıklar âlemi, İslâm dininde Nur-u Muhammedî (asm) tâbir edilen bir ilk maddeden yaratılmıştır. Kadîr olan Yaratıcı’nın “Ol!” emri ile bir anda, yaratılış ağacının çekirdeği durumundaki Nur-u Muhammedî’den (asm) ilk varlık filizi ortaya çıkmıştır. Bu filiz tıpkı bir ağaç gibi büyüyerek, sonunda insan meyvesini verecek mükemmelliğe erişmiştir. Peygamber Efendimiz (asm), yaratılışın bu tekâmül seyri içerisinde meyvelerin meyvesidir. En son, en mükemmel meyve, Fahr-i Kâinattır (asm).

Dinimiz İslâm, yaratılışla ilgili konuların başlangıcını Hz. Muhammed’in (asm) nuru ile; sonucunu yine Hz. Muhammed’in (asm) zatı arasındaki safhaları ve halkaları ana hatlarıyla aydınlatacak şekilde yapar, bazı ipuçları verir, fezlekeler sunar fakat ayrıntılara girmez. Ortaya konulan özetler ve sonuçlar, dünün müneccimleriyle bugünün astrolog ve faraziyecilerinin safsata ve fantaziyelerine kapılmayı önleyecek, sapla samanı karıştırmayacak derecede açık ve nettir.

Dipnotlar:
1- Bediüzzaman Said Nursî, İşaratü’l-İ’caz, s. 33.
2- A.g.e., s. 33.
3- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 404.
4- A.g.e., s. 404-405.
5- Bakara Sûresi, 28
6- Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 916.
7- Bediüzzaman Said Nursî, İşaratü’l-İ’caz, s. 28-29.
8- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 83.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*