Yazılarımızda, “kırk bir kere Maşâallah!” dedik

Hani bizim milletlimiz nezdinde kullanılan bir sözümüz vardır. “kırk bir kere maşâallah!” diye. Her hayırlı ve güzel şey için söylenen bu sözü biz, Yeni Asya’da doğup, hâlen de aynı gazetemizde hiç inhiraf etmeden devam eden (elhamdulillah) yazı hayatımız için de söylüyoruz.

Malûmunuz bugün 26 Temmuz. İşte, bu tarihin bizim açımızdan ayrı bir hususiyeti var. Çünkü bugün, gazetemiz Yeni Asya’da ilk yazımızın neşrolduğu tarihtir. Ondan dolayı, 26 Temmuz 1973 tarihi hafızamızda yer etmiştir. Yani, Yeni Asya’da yazmaya başlayalı kırk bir yılı bitirip, bugün kırk ikinci yıla başlıyoruz. Bayağı uzun bir zaman olmuş. Gençliğimizin en güzel yıllarından başlayıp, ihtiyarlık günlerimize kadar sapasağlam gelebilmişiz şükür. Kısaca sizlere, yazı hayatımızın bir tarihçesini anlatacak olursak;

1967 yılında evimize giren Bugün (M. Şevket Eygi’nin) gazetesine ara sıra şiirler yolluyordum. 1970 senesinde Risale-i Nur’lar ile müşerref olduktan sonra Bugün gazetesini bırakıp, Yeni Asya gazetemizi almaya başlamıştık. Bu vesileyle, bir müddet şiir yazmaya ve Yeni Asya’ya yollamaya başlamıştım, ama yayınlanmayınca şevkim kırılıyordu. Daha sonraları da hislerimizi ve düşüncelerimizi “şiirin dar kalıplarına sokmayalım” diye, makale tarzında yazılara ağırlık vermeye başladık. Hani Üstadın ”Safiyeyi kafiyeye feda etmek tarzında hakikatin suretini, nazmın keyfine göre tağyir etmek hiç istemezdim…” dediği gibi bir şeydi bu.

Gerçi ara sıra şiir de yazmamıza rağmen, daha ziyade makale tarzını tercih etmeye başladık.  Bazen hikâye yazdık, kırk küsur sene önce bir roman yazmaya başladık, 20-25 sayfa kadar yazıp bırakmışız. Hâlâ bıraktığımız yerde duruyor. Ama makalelere devam ediyorduk. O zamanki şartlarda hem kâğıda yazmak (ki bizim el yazımız da çok iyi değildi), hem göndermek zordu.

İşte o yıllarda, çeşitli mevzuularda yazılar yazmaya çalışıyorduk. Gönderdiğimiz yazılardan bazılarının çıkmadığını görünce, gençlik sâikasıyla şevkimiz kırılıyor, kalemi kâğıdı bırakıyorduk. Fakat hassaten rahmetli Hilmi Doğan ve selametlik Necati Yılmaz Ağabeyler, bize devamlı şevk veriyor ve yazmaya devam etmemizi, şevk bozucu hâllere düşmememizi telkin ediyorlardı. Hatta yanlış hatırlamıyorsam Hilmi Ağabeydi galiba, “Kardeşim, Cenâb-ı Hakk’ın verdiği yazma kabiliyetinin zekâtıdır bu, yazmaya devam et” demişti. Yazdığım yazı ve şiirleri, Ankara’ya geldiklerinde rahmetli Bekir Berk Ağabeye, Necmeddin Şahiner’e göstermiştim. Hoşlarına gitmiş ve şevk vermişlerdi. O zamanlar 20 yaşın altında bir gençtik. Hatta Necmeddin Ağabey, kendi el yazısıyla ve kırmızı kalemle bize taktik olacak bir takım notlar yazmıştı, hâlâ duruyor o not.

Biz de, ağabeylerimizin o şevkiyle tekrar yazmaya yöneldik. Bir gün Ankara’daki Ulus Meydanından Kedi seven Sokaktaki Yeni Asya büromuza doğru gidiyordum, bir baktım o zamanın bilboardları şeklinde olan meydan afişlerinin birinde, Kenterler Tiyatrosunun bir oyun reklâmı dikkatimi çekti. Biraz mütecessis olduğumdan dikkat ettim, oyunun adı: ”İnsan Denen Garip Hayvan”dı. Bu, benim çok garibime gitmişti Gerçi oyunu gidip görmemiştim, ama afişteki isim hoş gelmemişti. Eşref-i mahlûkat olan insana nasıl hayvan sıfatı takılırdı? O zamanlar, Risale-i Nur’dan; insanın mahiyetini, hayvandan mümtaz ve müstesna olduğunu okumuş, öğrenmiş birine bu çok garip gelmişti. Hemen onunla alâkalı, ”İnsan denen garip hayvan!” başlıklı bir yazı yazdık.

Büroya gittim, o zaman büroya bakan ağabeye durumu anlattım. Sevineceğini zannederken, “Gitmediğin, görmediğin bir oyun hakkında nasıl yazı yazıyorsun?” dedi. ”Ağabey, zaten benim oyun ile alâkalı bir işim yok ki, ben o afişte, insana yapılan hakarete canım sıkıldığından yazdım” dedim. Buna Hilmi Ağabey de muttalî olmuş, “Çok güzel kardeşim, öyle şey mi olur, sen yaz” demiş, Necati Ağabey de aynı minval üzere konuşmuş, hatta yazıyı elimden almış, daktiloya çekmiş, İstanbul’a gitmesi için postaya vermişti. (Tabiî bu arada biz de, mecburen büroda bulunan tek daktilo makinesini iki parmak da olsa öğrenip yazmaya başladık. Bundan öncesinde yazılarımızı daktiloya çeken ve devlet memuru olan; Necati Yılmaz Ağabeyimiz ve Abdullah Türüdü kardeşimizi hiç unutmuyoruz.)

Yine tabii, o yazı da, hemen neşredilmemiş, bir müddet bekledikten sonra neşredilmişti. Takip edebildiğimiz kadarıyla daha önce gönderdiğimiz yazı ve şiirlerin çıkıp çıkmadığını tam bilemediğimizden bu yazıyı ilk yazı kabul ettik. Yani, bir nevi milad hani. O yazının çıktığı, o günün gazetesine baktığımda, sayfadaki komşularıma bakınca, tahassüre kapıldım, hüzünlendim. Sağımda Ahmed Şahin Hoca. Solumda, Selim Gündüz müstear ismiyle, Ümit Şimşek. Altta, hem kendi ismi ve hem de Şeref Baysal müstear ismiyle Niyazi Birinci (tanınan adıyla Yavuz Bahadıroğlu) bulunuyorlar. Şimdi onların hiçbirisinin Yeni Asya’da olmadığına üzüldük. (bu arada sizlere, arşivden o gazetenin hem 1. Sayfasını, hem de yazının çıktığı 2. Sayfanın bir suretini çıkararak takdim ediyoruz.)

İşte, o gün bu gündür de, bazen kendi ismimizle, bazen de müstear ismimizle yazmaya devam ediyoruz. Bazen şahsî ve içtimâî ahvâlimizdeki değişikliklerden dolayı uzun müddet ara verdiğimiz olduysa da, talebelik ve memuriyette bulunduğumuz yıllarda seyrek yazarken, emekli olduktan sonra bu işe hız verdik.

Genellikle takib ettiğimiz usûl ve üslup olarak, halkın her seviyesinin kolay anlayacağı kelimeleri kullanarak, akıcı, sade ve mümkün oldukça, eskiden bizim “uydurukça” dediğimiz kelime ve cümleleri kullanmadan yazmaya çalıştık, çalışıyoruz.

Hizmet odaklı yazılar başta olmak üzere; zamanla içtimâî ve siyasî mevzuularla alâkalı da yazdık. 70’li yıllarda “Pazar ola” isimli mizahî sayfada yazdık. Hekimoğlu İsmail gibi bir kalem ustasının hazırladığı “sanat ve edebiyat dünyasında” yazmak da nasip oldu. Röportaj vs. gibi daha değişik bir- iki şekilde de yazarak bu günlere geldik elhamdulillah!

Bu yazma işlerinde, bazen gülünecek hadiseler de yaşadık. 12 Eylül 1980 hareketinden birkaç gün önce, CHP’nin kritiğini yaptığımız ve uzunluğundan dolayı da iki gün yayınlanan “CHP mi, CHP mi?” başlıklı bir yazımız oldu. İhtilâlden sonra da hemen gazetemiz kapatılınca, bir arkadaşımız babama; “Mehmed amca, Osman o yazıları yazdığından dolayı gazeteyi kapattılar” diye lâtife yapmış. Babam da, tabii lâtife yapıldığını anlamamış olacak ki, bana kızarak “Niye dikkat etmiyorsun oğlum, bak senin yüzünden gazete kapatılmış” diye çıkışmıştı.

Hülâsa-ı kelâm: “Yeni Asya’da yazmak bir şereftir” diyoruz. Hele, insanın aynı zamanda okuyucusu olduğu bir gazetede yazması da, iki katlı bir şereftir. Bizleri bu şerefe nâil eden Cenâb-ı Hakk’a şükürler olsun. Dualarınızla son nefesimize kadar yazmaya, sizlerin düşündüklerinizi, satırlara dökmeye, sizlere aktarmaya devam edeceğiz inşâallah!

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*