Yeni Asya’yı ilk çıktığı günden beri okuyorum

Fikret Kadıkıran ile röportaj…

3 Eylül 2013 tarihli gazetemizde, ”Risale-i Nur’la tanışmamız” başlıklı bir yazı yazmıştık. Orada şöyle bir ifade kullanmıştık. “60’lı yılların ikinci yarısında, M. Şevket Eygi’nin çıkardığı o zamanki ‘Bugün’ gazetesini, bir aile dostumuz olan astsby. Fikret Kadıkıran Ağabeyin tavsiyesi üzerine, zaten dindar ve beş vakit namaz müdavimi olan babamın evimize aldırmasından sonra, dine-dindarlığa daha fazla teveccüh etmeye başlamıştık…” İşte o satırlarda ismi geçen Fikret Kadıkıran Ağabeyimiz, bir müddet sonra bizi arayarak, yazıyı okuduğunu ve mütehassis olduğunu, maziyi hatırladığını  söyleyerek, Ankara’ya gelince görüşmemizi söyledi. Biz de “İnşâallah!” dedik. Ramazan ayında yazdığımız, Ramazan hatıralarında ismi geçen, “mahallemizin simit fırını olan hacı amca” da, bu Fikret Ağabeyin amcasıydı. Yani  Fikret Ağabey, eski mahalle komşumuzdur. 1985 senesinde Balıkesir’e tayinimiz çıkınca, oradaki eski ağabeylerimizden Enver Tezer ile bir sohbet esnasında lâf lâfı açınca, Fikret Ağabeyden bahsederek, onun Risale-i Nurları tanımasına kendisinin sebeb olduğunu söylemişti. Biz de o yıllarda Fikret Ağabeye bunu nakletmiştik.

Ve Ankara’ya yaptığımız seyahatte haberleştiğimiz Fikret Ağabeyle, Ankara büromuzda buluşup konuştuk. İşte size, yıllardır dâvâsından hiç inhiraf etmeyen, Yeni Asya’nın ilk gününden beri hem iyi bir okuyucusu, hem de birçok kimsenin abone olmasına vesile olan Fikret Kadıkıran Ağabeyimizle yaptığımız görüşmeden notlar:

Fikret Ağabey, bize kısaca kendinizi tanıtır mısınız?

İsmim Fikret Kadıkıran. Ankara‘da doğdum. 1959’da rahmetli Menderes zamanında astsubay okuluna 15 yaşımda olduğum halde, yaşımı bir yıl büyüterek assubay okuluna girdim, assubay oldum. Menderes’in asılmasını gördüm.

Menderesle ilgili bir hatıram daha var. Ben 14-15 yaşlarındayken bizim mahalleye bir sel gelmişti, sene 1957 idi. Menderes rahmetli, selden bir gün sonra mahallemize geldi. Ankara’daki sığınaklar mahallesine ilk önde gidenlerden birisi de bendim. Orada rahmetli Menderes’in elini öptüm. (evet, aynı hatırayı biz de, “elini öptüğüm başbakanı astılar” başlıklı yazıda anlatmıştık. Yani, o hadiseyi biz de yaşamıştık.)

Ondan sonraki yıllarda Ankara’da Ankara Kalesi’nin olduğu yerde Hisar Necatibey İlkokulu vardı (şimdi Necatibey Lisesi olmuş) orada ilkokulu bitirdim. Ondan sonra Yıldırım Bayezid Ortaokuluna gittim. 1959’da oradan mezun oldum. Sonra babam rahmetli oldu. Bir amcamız vardı Fırıncı Hacı Amca, babamla da iş ortağıydı. Babamın vefatından sonra amcamlar bize baktılar, bize hayır oldular, veli oldular. Ondan sonra beni ortaokula gönderdiler. Babamın vefatından sonra annem, dayımın yanına gitmişti annemi de epey müddet göremedim. Bundan dolayı, sonraki yıllarda ben, anne- baba da başında olmayınca astsubay okuluna 59’da girdim. (Menderes zamanında ortaokul mezunlarını astsubay yapıyorlardı.) Hatta Menderesin, “ ben bu orduyu yedek subaylarla da idare ederim” diye bir sözü vardı meşhur bir sözü. Astsubay okuluna en son giren biz olduk.

Ondan sonra ihtilâl oldu. O zaman 18-19 yaşlarındaydım. İslâmî bilgilerden, Risale-i Nurlardan ve buna benzer şeylerden haberimiz de yoktu. Sonra Balıkesir’e gittim. 1961’de Balıkesir’de Ordu Donatım Okulunun ilk fidanlarını dikenler bizdik. Oradan mezun oldum. Mezun olunca bu sefer Balıkesir’e verdiler. Balıkesir’de de ağır bakıma tayin olduk. Ağır bakıma gidince orada Enver Tezer diye bir ustabaşı vardı. Bizi stajyer olarak onlara dağıttılar. Ben bir hafta 10 gün Enver Tezer’le beraber çalıştım. Sonra uzun müddet görüşmelerimiz oldu. Onunla lâtif hatıralarımız oldu. Biliyorsunuz “Amerikan yardımı, Marshall yardımı” diyorlardı. Barakalar, ayakkabılar, botlar, postallar filan Amerika’dan geliyordu o sıralar. Barakadan gazino, barakadan cami, barakadan işyerleri filan vardı.

Biz Enver Abi ile yemek aralarında görüşüyorduk Enver Abi, “gel bizim oraya gidelim yemek yiyelim” diyor. Ben, “yok bizim oraya gidelim” diyordum. Birgün onların gazinoya gittim. Gide gide gittik ki, ay ile yıldız var. Cami olduğunu anladım. Dedim ki, ”Enver Ağabey ben şey yapamayacağım kusura bakma, sonra görüşelim.“  Ondan sonra Enver Ağabeyle  birlikte, ertesi hafta camiye gittik. Kendisi müezzinmiş ben bilmiyorum. Ben de dedim ki, “Enver Abi, ben namaz kılmasını bilmiyorum.” O da, “sen, ben ne yaparsam aynısını yap dedi”. Ben de onun aynısını yaptım. Sonunda o ayağa kalktı bende ayağa kalktım. Meğer o müezzinmiş omuzuma bastı, en arkadaydık oturdum ben. Allahtan ki kimse görmedi.

Kalede otururken, 10 yaşındayken Kur’ân Kursuna gitmiştim, hoca bana şöyle uzun bir sopayla vurduğu için kaçtım. İşte, 1963’de nasipmiş. Risale-i Nurlar vasıtasıyla, Enver Ağabey’in vesilesiyle namaza başladık. Ondan sonra beni derslere götürdüler. Balıkesir’de yeşil cami mi, yeşil medrese mi, girişi yeşillikler içinde bir yer. Ne camisi olduğunu bilmiyorum. Orada, Bekir Ağabey vardı, ondan sonra orada bir ders oldu. Bekir abi, “oku bakalım genç” dedi. Ben de ilk defa gidiyorum, namaz da ilk defa kılıyorum. Risale-i Nuru ilk defa okuyacağım 1. Sözü okurken, ter sırtımdan çıktı yani.

Ondan sonra Enver Ağabey bir gün, “gel sizi bir yere götüreceğiz. Bu akşam mühim bir adam var ziyaret edeceğiz.” dedi. İbrahim Okur, İbrahim İşcan Ağabeyler vardı. Onlarla tanıştırdılar. O akşam işte nerede olduğunu bilemediğim, her halde şeyde galiba, Hasan Basri Çantay Mahallesi, Havacılar Hava Meydanına yakın bir yerde eve gittik. 92 yaşlarında bir piri fani bizi kapıda karşıladı, ondan sonra dediler işte bu büyük bir âlim, Hasan Basri Çantay. Âlim, ama duvarlar kitaptan gözükmüyor. İçimden, ”hakikaten bu büyük bir âlimmiş” diye geçirdim. Ona Bediüzzaman’ı sorunca, “estağfirullah, Bediüzzaman kim, biz kim? onun ilmi, onunkisi Vehbi, bizimki kesbi o dipten kaynıyor.” Filan dedi. Öyle mübarekti ki, Allah rahmet eylesin, elini salladı. Şöyle iki parmağını başparmağıyla, orta parmağını yan yana getirdi. Dedi, ”ilim iki türlüdür. Biri kesbi, biri vehbidir. Biz onun gibi olamayız.” Ondan sonra, “Yüz yılda bir, beş yüz yılda bir, bin yılda bir öyle adamlar gelir. Biz hepimiz M. Kemal’in karşısında eğildik. O dimdik ayakta durdu. Bana, Balıkesir’de arazi verdi, Hasan Basri Çantay Mahallesi yaptık. Rıfat Börekçi’ye Ankara Dikmende araziler verdi. Bediüzzaman onun hiçbir şeyini almadı. M.  Kemal’in karşısında biz mağlûp olduk. O ayakta kaldı.” dedi. Ve Mehmed Âkif Ersoy’la olan arkadaşlığını anlattı. Üstad’ın orada konuştuğunu anlattı. Mustafa Sabri Efendi’den bahsetti, İsmail Hakkı İzmirli’den bahsettiler. İsmail Hakkı’nın Bediüzzaman’ı tenkit ettiğini söylediler. O da dedi ki, “sen onun yazdığını anlayamazsın. Onun gibi yazmayı bırak, Onun yazdıklarını da okuyup anlamazsın” dedim. Onun için Bediüzzaman çok muazzam bir insandı.” dedi.

Oradan nereye gittiniz?

Oradan da Ankara’ya geldik. Ankara’ya gelince de Ulus 27’de Bayram Ağabey’in olduğu yerde sene 67-68-69 yıllarında kaldım. Ondan sonra Bayburt’a gittim. Bayburt’ta da Naci Tepir’le arkadaşlıklarımız oldu. 3 sene orada kaldık ondan sonra, Tekirdağ’a gittim. Tekirdağ’da da, Bekir İbişlerle hatıralarımız var. Çok iyi bir arkadaş Allah razı olsun. Ailecek görüşüyorduk kendisiyle. Oradan da 1975’de Akşehir’e geldik. Sabuncuoğlu Vehbi Sabuncuoğlu vardı hâkim. Risale-i Nurlar hakkında ilk kararı veren, hani bir hâkim vardı ya Battal. O’nun arkadaşı. Müsbet kararı veren o ağabeylerle tanıştık. Sonra işte 80 ihtilâli oldu ayrıldık.

1978’de bir takım olaylar olmuştu İstanbul’da. Ben de o meşverete katılmıştım Kırkıncı Hoca da oradaydı. 1982’de Erzurum’a gittiğimde yine Kırkıncı Hoca oradaydı. Dikkatimi çeken Kırkıncı Hoca’nın içeri girmesiyle, cemaatin hepsi ayağa kalktı.

Niye 82’de İstanbul’dan Erzurum’a gittiniz?

Ha, ticaret için gitmiştim emekli oldum ya. Kırkıncı Hoca’yı diyordum. Herkes ayağa kalkınca böyle şaşırdım tabi herkes elini öptü. Bir bu olay dikkatimi çekti. Yine enteresan bir şey de, 1986’da Sungur Ağabey’in Kırkıncı Hoca’nın elini öpmeye çalıştığını gördüm. Bu çok dikkatimi çekti.

Nerede oldu bu olay?

Sungur Ağabey’in oğlunun nişanın da. Orada meşhur, zengin bir adam vardı, “Hasırcılar.” O’nun evinde. Belki de tevazu gösterdi, öpmek istedi, bilemiyorum.

Üstad’ın talebesi onu yapmaz her halde, orada bir yanlışlık olmasın?
Yok ben gördüm, elini öpmek için eline sarıldı, ama elini vermedi.

Öpmek için mi uzandı?

Elini vermedi, o da öpemedi.

Peki şimdi ne yapıyorsunuz?

Şimdi evde oturuyoruz.

Hizmet yapmıyor musunuz?

Hizmet. Geziyoruz işte, gezerken de hizmet yapmaya çalışıyoruz.

Bildiğim kadarıyla Yeni Asya gazetesi ilk çıktığından beri okuyorsunuz değil mi?

Okuyorum. Ondan sonra işte tabi yine bir meşguliyetimiz var. Tabiî Yeni Asya’yı ilk çıktığı günden beri okuyoruz. İşimi yaparken de gazetenin çoğalması için, okuyucularının çoğalması için elimden gelen gayreti gösteriyorum.

Abone bulma noktasında, ondan sonra işte kupür kesip dağıtıyorum, Üstadın 2. Sayfada ki resmini gösterip,” bak bu Üstadın gazetesi diğer gazetelere benzemiyor” diye söylüyorum. Bunun gibi daha çok şeyler var.

Evet Fikret Ağabey, teşekkür ederiz.
Ben teşekkür ederim.                                         

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*