Tanışmaya, bilmeye ve öğrenmeye bu kadar meraklı olan insan, her nedense kendi hemcinsleri olan diğer insanlarla tanışmak konusunda o kadar meraklı ve istekli değildir. İnsanlar gerçekten tanışmış olsalar, birbirlerini yakından tanısalar, yeryüzünde ne fitne ve fesat çıkar, ne de bu kadar kan dökülürdü. Ayda, Merihte ve başka gezegenlerde kendisine komşu arayan insanlar, aynı apartmanda yaşadığı komşusunun adını bilmiyor, hâlini anlamıyor, derdine ve sevincine ortak olmuyor. Ondan sonra da başka dünyalarda başka canlılarla tanışmaya çalışıyor.
İnsanları tanımak için önce yakın çevremizi tanımak gerekiyor. Yakın akrabalarımızı, aile fertlerimizi, hatta kendimizi tanımakla işe başlamalıyız ki, Yunus Emre’nin murad ettiği gibi “tanış” olabilelim. Acaba kendimizi ne kadar tanıyoruz? İstidatlarımızın ve ihtiyaçlarımızın ne kadar farkındayız ? “Ben kimim, nereden geldim, nereye gidiyorum?” sorularına makul ve mantıklı cevaplar verebiliyor muyuz? Cebimizden nüfus kağını çıkartıp da, “Benim adım şu, falandan olma, filandan doğma, falan yerin nüfusuna kayıtlı” diyerek kendimizi tanımaya çalışırsak, hiç bir zaman tanıyamayız. Öyleyse ne yapmalıyız?
Evvelâ sağ elimiz ile sol elimizi bir tutalım, “Merhaba kendim” diyelim. Hatta kollarımızı göğsümüze kavuşturup kendimizi şöyle bir kucaklayalım. Aynanın karşısına geçip, gözlerimizin içine bakalım. Yüzümüzdeki güzelliğin, azalarımızdaki âhengin, bedenimizdeki sanatın farkına varalım. Bizi bu kadar hikmetle yaratıp, bu kadar nimetle donatan Hâlıkımız bizden ne istiyor, bizi bu dünyaya niçin göndermiş, buradan nereye nakledecek, bu soruların cevabını arayalım.
Yunus Emre, “İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir” derken, gerçek ilmin insanın kendini bilmesi olduğunu ifade ediyor. Bediüzzaman da, “Ey kendini insan bilen insan, kendini oku” diyerek, insan olmanın kendini bilmekle mümkün olduğunu belirtiyor. İnsanın kendini bilmesi için kendini okuması gerekir. Her insan, Cenâb-ı Hak’kın bir mektubudur. Beden zarfına yerleştirilmiş, yüzüne “tevhid” mührü vurulmuş, hayat postası ile dünyaya gönderilmiştir.
Kendini okuyan bir insan, Cenâb-ı Hak’kın isim ve sıfatlarının cilvelerini yansıtan bir ayna olduğunu, ruhlar âleminden gelip, dünyadan, kabirden, haşirden ve sırattan geçerek ebed diyarına doğru uzun bir yolculukta bulunduğunu anlayacaktır. Bu uzun yolcuğunda yalnız olmadığını, kendisi gibi diğer insanların ve kâinatın da aynı şekilde bir seyeran ve seyahat halinde olduğunu görecektir. Öyleyse, bizimle birlikte aynı istikamete doğru yol alan bütün varlıklar bizim yol arkadaşlarımızdır.
İnsan yol arkadaşları ile tanışmak, anlaşmak, sohbet etmek ve birlikte güzel bir yolculuk yapmak ister. En yakın yol arkadaşı ise, eşi ve çocuklarıdır. Sonra akrabaları, komşuları, hemşehrileri ve vatandaşları gelir. Daireyi biraz daha büyütürse, bütün insanların kendisi ile birlikte seyahat eden yolcular olduğunu görür. Biraz daha dikkatli bakarsa, insanlardan başka hayvanların, bitkilerin ve tüm canlıların aynı yolun yolcusu olduğunu anlar. İnsan kendisi ile tanıştıktan sonra, çevresindeki insanlarla da, hemşehri ve vatandaşları ile de, başka milletlere mensup olanlarla da tanışmak gereğini hisseder. Onları anlamak, kendini onlara anlatmak, dünya gemisindeki nimetleri bütün yolcularla paylaşmak ihtiyacını duyar.
Bu dünya gemisinde sadece insanlar yolculuk yapmıyor. Hayvanlar, bitkiler ve cansız varlıklar da bulunuyor. İnsan, onların da yol arkadaşıdır. Yolculuğu esnasında onların da hakkını gözetmek, onlarla da iyi geçinmek zorundadır. İşte o zaman yolculuğu rahat ve huzur içinde geçer. Mahall-i maksuduna selâmetle ulaşır.
Öyleyse gelin yol arkadaşlarımızla yeniden tanış olalım, yolculuğumuz kolay kılalım.
Benzer konuda makaleler:
- Peygamber efendimizin iletişim tekniği
- Yunus Aleyhisselam
- Cinselliği doğru kullanmanın ve zinadan korunmanın yolları nelerdir?
- Corona virüs musibetinin hikmetleri ve manevi tedbirler
- Bir nur talebesinin siyasetteki istikameti
- Su’dan bağımsız hayat olmaz
- İttihad-ı İslâm ve bazı şartları