“Yol odur ki Hakk’a vara”

Zaman zaman yoklarım kendimi neden pişmanlık duyarım diye hayatta. Bilmem, sizin de yaptığınız olur mu? Listesi epey uzun tutar her halde.

Namazın bahçedeki en ön saflarında bir yerlerdeyiz. Bir çocuk kalkar gelir yanıma. Kucağınıza alıp sevmek zorunda kalırsınız. Ve cebinizden bir küçük hediye, bir şeker çıkarıp veremediğinize üzülürsünüz. Hiç eskiler böyle değildi. Tedbirliydiler. Hayat, başkalarını düşünmekle güzelleşiyordu onlar için.

Sonra, bir başka pişmanlık yakanı bırakmaz. Hasta olan birinin ziyaretine gidip geçmiş olsun demek. Gidemem, yapamam, çok defa mahrum kalırım bu ziyaretten. Çok da gitmek istememe rağmen, olmaz, gerçekleşmez bir türlü. Ve sonunda ya vefat eder, ya iyileşir, ayağa kalkar, afiyete kavuşur.

Sonra, cebimde küçük bir not defteri taşımadığıma çok üzülürüm. Hadi, fotoğrafçı değilim, ama gördüğüm güzel manzaraları çekmediğime her ne kadar üzülsem de, güzel sözleri, güzel duyguları not alamadığıma çok üzülürüm.

Bunu da bir kenara yazın, daha başka?

Görmek istediğim güzel şeyler vardır. O an durup da, şöylesine odaklanıp da, bir kameranın, bir fotoğraf makinesinin vizöründen bakar gibi, bir fotoğrafçının titizliğiyle ve san’atçının estetik duygularının hâkimiyeti altında, o konunun erbabından usul dersi almış gibi, bir mü’min bakışıyla ve şuuruyla bakmak isterim o manzaraya.

Sonra, ‘trak’ diye bir ses… Tamam, maşallah, barekallah.

Nedense olmaz. Olur da çok az olur. Her an bu kadar yüklü bir şuur, gözlere, ruha, bedene hâkim olmaz nedense. Üzülürüm.

Bunu da kaydedin bir kenara. Uzayıp gider pişmanlık listeleri…

Kaçmak istersiniz gürültüden, sesten. Peşinizi bırakmaz bulunduğunuz mekânın o bildik, tanıdık yüzlerinin aşinalığı. Kalıverirsiniz o gün orada, o sene orada, o yıl orada, bir ömür orada kalıverirsiniz işte. Hâlbuki sizi oraya bağlayan hiçbir şey yoktur. Çok rahat çıkıp gidebilirdiniz, bakabilirdiniz. İşte, alışkanlıklar pranga olur, bağlar ayağınızdan.

Sonra, okulların açıldığı ilk günlerde, öğrencilerin sürprize açık bakışları altında, o heyecanı onlarla beraber yaşamak isterim o bahçelerde, cıvıl cıvıl sesler içinde. Onlara hiç olmazsa birer defter, birer silgi, birer kalem dağıtayım diye düşünürsünüz de, bir türlü yerine gelmez bu dileğiniz. Düşündüğünüzle kalırsınız sadece ve hayalleriniz ertelenir hep.

Hâlbuki güzellikler ertelemeye gelmez. Güzellikler kaçırılmaya hiç gelmez. Her güzellik bir defadır.

Bir anlıktır her şey. Yakaladınız, yakaladınız. Yakalayamadıysanız, geçmiş ola. Artık nerede, ne zaman, bir daha o güzelliği bulacak da, denk gelecek de, kucaklayacaksınız; o dersi, o ibreti alabileceksiniz. Kolay değil.

Daha başka… Şimdi, hemen aklıma neler geliyor, hücum ediyor.

Namazda meselâ, tam odaklanıp kalbimle duâlar arasında, Rabbim’e karşı tam bir huzurda durmak isterim çok defa, ama alır götürür yarım kalan işler.

Gerçi vesvesenin kendisi de bir vesvesedir ya… Hastalığın hastalığıdır adeta. Üzerinde durmaya değmez. Bölük pörçük de olsa, melek değiliz ya, hayatımız onca işlerle yüklü iken, tam bir odaklanma söz konusu olamayacaktır belki de hiçbir zaman. Ama yürekte bir yangındır, bir sıkıntıdır, bir huzursuzluk halidir işte…

“Niye tam Allah’ın istediği gibi bir kul olamıyorum?” diye düşünür dururum huzurda, kıyamda, rükûda. Bunları düşünürken belki de namaz biter. İnsan nerede olması gerekiyorsa, orada olmalıdır. Ama bırakmıyor elini, kolunu pişmanlıklar bir türlü.

Bunlar fuzulî meşgaleler.

Bir ağabeyimizin bir sözü vardı:

“Eskiler, namaza başlarken, ‘Allahuekber’ derken her şeyi arkaya atıyormuş; biz de ‘Allahuekber’ derken, ne varsa namazın içine alıyoruz.” derdi.

“Tam bu an, hayat nelerin toplamıdır?” dense, işte o an, sanki “Pişmanlıkların toplamıdır.” denecek.

Evet, şüphesiz, pişmanlık da hayatın içinde. Hayatın bütün gerçeği o değil ama. Hayatın büyüklüğünü, güzelliğini, o nimetin değerini gördükçe, anladıkça insan, gerçekten kaçırdıkları için pişman oluyor. Yaşadığı küçük şeylerdeki aldığı o basit lezzetten iğrenir oluyor. Ulvî lezzetlere ve zevklere yükselemeyişinin acısını pişmanlıkla telâfi etmeye çalışıyor. Belki tövbe edebiliyor, ona sığınıyor.

Bir arkadaş grubunun içinde, elinizde sakladığınız pırıl pırıl parlayan bir avuç iğdeyi uzatın bakalım. Bakın, ne itiraflar duyacaksınız. “Aaa, çocukluğumuzda biz de bundan yerdik.” diye tek tek anlatmalar başlayacak. Ne kadar basittir, sadedir ama durup böyle ince şeyleri düşünmeye vaktimiz yok nedense.

Bir ağabeyimizden bir hatıra:

“Dolmabahçe’de, sahilde mahzun mahzun oturuyordum o gün. Ciddî paralar kaybetmiştim ticarette. Üzgündüm. Yanımda kimin olduğunu fark etmedim bile. Benim halim yanımdaki adamın dikkatini çekmiş olmalı ki:

‘Hayrola?’ dedi.

Başımı çevirip baktım. Türkiye’nin tanıdığı bir iş adamıydı. Durumumu anlattım.

‘Üzülme. Gençsin, telâfi edersin. Bak, benim hayatım bitmek üzere. Kanser hastasıyım.’ dedi.”

Saymakla bitmez. Yaşlı bir halanız, anneniz, babanız, akrabanız vardır. Gitmek istersiniz ziyaretine, gidemezsiniz. Bin defa da söylesem nefsime bunu, kabul ettiremem bir türlü.

Yine, olmayacak olan şeyler değildir bunlar, ama olamazlar bir türlü. Tutar tembellik elimizden, şeytan ayağımızdan, nefs içimizden. Her yönden çalışır, didinirler ve büyük bir hayırdan mahrum ederler bizi. Hayırlı şeylerdir ya, engellerinden anlayın siz onun hayırlı olduğunu.

Olamayacak şeylerin belini niyet kırar. Niyetsiz ameller bizim şevkimizi kırarlar. Ancak ve ancak çok kuvvetli bir niyet gerek…

Sonra yine, bunu da yazalım bir kenara. Bitmez… Üç gün, üç dakika bile sürmeyecek olan, üç saniye bile sürmeyecek olan nice küskünlükler vardır; yıllar sürer, bir ömür sürer.

Hele hele insanın Allah’la, kâinatla, yaşadığı dünya içindeki sevdikleriyle olan küskünlüğü ise, hiç akla hayale gelmez hezimetlere uğratır insanı. Hanesine yenilgiler yazılır. Ak pak bir sermayeyle başladığı dünya hayatına en büyük zarar ve ziyanla döner. Belki ebedî hayatına boynu bükük ve kayıplarla dönebilir.

Değmez hâlbuki. Hiçbir şeye değmez. Ama o kadar güçlü duygularla ve düşmanlarla çevrilidir ki insan, farkına varmazsa bunun eğer, bunun izalesi için dinin o güzel ikliminden geçmezse, Kur’ân’ın rehberliğinde yol almazsa, Rasulullah’ın (asm) ahlâkıyla ahlâklanma noktasında bir çaba sarf etmezse, sonu hüsrandır bu hayatın. Pişmanlıklar hanesinin listesi kabarır durur.

Hâlbuki bütün kargalara bir taş yeter. Kov, gitsin şu vesvese kuşlarını. Taşla şeytanlarını…

Bir denizin kenarında durup ayağını sokmak ister insan. Hadi, bu küçük bir heves olsun. Birçok arzuları vardır. “Keşke şunu gerçekleştireydim.” der, yapamaz, üzülür. Oysa bunlar listenin en altında bir yerdedirler.

Daha önemlileri, en üsttedir. Belki göze görünmez, küçük gibi gözükür. Ama hayatın o büyük kompozisyonunda, resminde, rengi tayin eden, maneviyatı tayin eden karelerdir bunlar.

Meselâ, anneniz bir şey istedi sizden. Hemen o an gerçekleştirilmesi gerekirken, “Sonra” dersiniz. İçinize bir yangın düşer. “Niye geciktim, niye sonra dedim?” diye üzülürsünüz. Hâlbuki ne olurdu, o anda yapaydınız onu?

Her iş böyle.

Okunacak kitaplar kenarda bekler durur. Yapılacak işler kenarda bekler durur. Kılınacak namazlar, hangi gün gelecek de, sanki başka birisi yapacak da bunları, onu bekler durur. Hayatımızı sanki başkasının hayatıymış gibi yaşıyoruz.

Hâlbuki bunları biz yapacağız, kendimiz yapacağızdır. Kendimizin dışında birinin bunları yapması mümkün değil. Nefsimiz burada da aldatır bizi. Çetelenin içine, ‘yapılamayanlar’ listesinin altına bir de bunlar eklenir işte.

Bakalım, nefsimle nasıl baş edeceğiz… Bu yaşa geldim, öğrenemedik gitti…

İhmallerin toplamı çok fazla. Şükür ki, Rabbim’in affı var ve geniştir.

Bu söylediklerimin hepsini, bir günde, bir saatin içinde de yapmak mümkündür.

Bu yaranın devasını arayanlara Üçüncü Lem’a’da bir müjde var:

“Fenayı fena gören ve bekâyı merak edenler, bu risâleyi merakla okumalı.” (Lemalar, 366)

Ne kadar hoş, tahrik edici bir ifade. Merakını insanın nasıl da çekiyor hemen. Bu ihtiyacı hissedenlere duyurulur.

Sonra… Öfkeyle kalkar, birine bir söz söylersiniz. Pişman olursunuz, ama iş işten geçmiştir. Kalpler kırılmıştır bir kere. Toparlanmaz, bir araya gelmez. Hayatınız bir çizik yemiştir. Ona da “Değmezdi…” dersiniz, ama o da olmuştur bir kere.

Kur’ân’ı okumamanın, oradaki emirlere birinci elden muhatap olmamanın ağır bir faturası, bir cezasıdır bu.

Kur’ân’ın mealiyle, mânâsıyla biraz olsun meşgul olup da bu pişmanlıkları gidermenin yoluna bakmak gerekiyor.

Oysa Allah, Kur’ân’da bize öğüt veriyor. Başımıza gelecek, çatlayacak noktaları, kırılacak yerleri, geçmiş kavimlerden, peygamberlerin hayatlarından günümüze güzel izler ve ibretler düşürerek çok güzel dersler veriyor.

Şeytan “Okuma!” diyor; Allah “Oku!” diyor.

Safımızı belirlemeliyiz. Sormalıyız:

“Ey nefis! Kimden yanasın?” diye… Artık bu oyuna bir son vermeli, Allah’ın kitabını ve tefsirlerini elimizce ciddî ciddî almalıyız. Nefsimizle, şeytanla bir cihada girişmeliyiz.

Hangi sayfa denk gelirse, başlamalı oradan okumaya. Vardır onda bir hikmet. Vardır orada bir hakikat. Vardır sana oradan uzanacak bir nimet. Allah’ın bizden istediği hangi şey aleyhimize olur ki? Hangi anne, hangi baba evlâdı için kötü bir şey ister ki? Bizi yaratan Allah mı bizden yanlış bir şey isteyecek? Onun rahmetini yeniden hissedip iltica etmeliyiz.

Uzun yolculuklardan döndüğümde odamdaki her şeyi nasıl yabancı buluyorsam, Allah’tan uzaklaştığım her gün de, kendimi kendime böyle yabancılaşmış buluyorum. Arayı soğutmamak gerekiyor. Rabbimizle ilişkimizi sıcak tutmak gerekiyor. Bunun da yolu, O’nun yoluna girmekle oluyor.

Bir yol bulmak gerekiyor. Bir yol açmak gerekiyor.

“Yol odur ki, Hakk’a vara!” diyor Yûnus Emre. Yol odur ki, Hakk’ın yolunu aça. Bu pişmanlıklarda ağır ağır ilerleyen ve bir türlü üzerine titizlikle düşemediğimiz, yenemediğimiz bu konularda bize İnşallah hayırlı bir yol açar ve o yolda pişmanlığın en azını, en az yakıcısını duyarak felâha ereriz İnşallah…

Hatta bir gün o kadar makbul olur ki bu duygu, belki de yolumuz Rasulullah’a (asm) ve Allah’a ulaşır; kutlu beldenin yolcularının vardığı yere ulaşır belki…

Salât-u selâm olsun Rasulullah’a (asm)…

Rabbim hacılarımızın haclarını mebrur eylesin.

İşte o zaman yol, tam Hakk’a varmış olur. İşte o zaman yol, yol olur.

Ne mutlu o yolun yolcularına…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*