Yöneticinin dindarlığı iki türlü olur

Son yazımızda, Bediüzzaman’ın, Adnan Menderes’e “İslâm Kahramanı” dediğini aktarmıştık.

Bir okuyucumuz şöyle soruyor: Bediüzzaman’ın hayatını anlatan üç ciltlik bir kitapta bu ifade için “Rüşvet-i kelâm kabilinden söylenmiş sözlerdir” deniyor. Acaba hakikati nedir?

Bizim cevabımız şu olabilir (sizlerinkini de—gelirse—neşrederiz):

Rüşvet-i kelâm kabilinden konuşmak Bediüzzaman’ın kalbine de, diline de, niyetine de, üslûbuna da yakışmıyor. O halde bu açık ve münteşir beyanların bir hakikati olmalı.

Kanaatimizce şöyle;

Cumhurbaşkanından en küçük amire kadar, devlet yönetiminde bulunanların ve hatta sivil toplum yapılarında önderlik pozisyonunda olan kişilerin “dindar olması” iki mânâya gelir:

Birincisi, şahsî ibadetlerini şahsen yapması yani şahsî dindarlığı. Şahsî farzları ifa etmesi, takva dairesinde yaşaması, v.b. bu kapsamdadır.

İkincisi ise toplumsal dindarlığa katkı yapması. Yani, ihlâslı dindarlığını gizlememesi, dinî yaşayışını riyadan uzak samimî bir biçimde ve gerektiği ölçüde göstermesi, hal ve tavırlarıyla dinin ve dindarlığın iyi bir şey olduğunu gösterip ders vererek milleti dindarlığa teşvik etmesi.

Ama bu ikinci tür dindarlık da bir şarta bağlı: Şeairin kıymetini bilmeye.

Yani, yönetici, toplumsal dinî motifler diyebileceğimiz şeairin muhafazası ve hatta yayılması için cesaret ve gayret göstermeli ki toplumsal dindarlığa katkı yapmış olsun.

Şeaire taraftarlık ve bidalara girmemek ya da en azından kalben taraftar olmamak, işte bu sebeple önemli bir dindarlık alâmetidir.

Kanaatimizce, hemen hemen her yönetici için, onun ikinci tür dindarlığı birinci tür dindarlığından önemlidir.

Yine kanaatimizce, yöneticinin yönetimdeki seviyesi ve iktidar gücü arttıkça birinci türe nazaran ikinci tür dindarlığının önemi de artar.

İşte Bediüzzaman’ın Menderes’e hitabı bu sebeple basit bir “iltifat” değil bir hakikatin ifadesidir.

Zira Menderes bid’alara kalben taraftar değildi.

Zira o, daimî ders verici bir “hoca-yı dânâ (âlim hoca)”ya benzeyen şeairin açık ve cesur bir hâmîsi idi.

Zira o, bu dindar milletin devrimci bir düşmanı değil, demokrat bir dostu idi.

Tekrar hatırlatalım; müftü gibi dinî alandaki otoritelerin şahsî dindarlığı ve takvası elbette hiçbir zaman ikinci plana düşemez. Bizim burada yazdıklarımız sadece “dünyevî makamlara sahip olanların” makamları ve “görünür hayatları” ile ilgili olabilecek dindarlığıdır.

O yüzdendir ki; “Cumhurbaşkanı seçmek müftü seçmeye benzemez” denilmiştir.

O yüzdendir ki biz de yazılarımızda, rektör ve benzeri kişileri seçecek olanlara, ısrarla, “Adayınızın sabah sağ tarafından kalkan bir dindar olması yetmez, işinin ehli ve millet/maneviyat dostu bir demokrat olması da gerekir” diyoruz.

Yöneticinin şahsî dindarlığı ile şeaire ilişkin dindarlığı birbirinden farklıdır ve ikinci alandaki dindarlığı birincisinden daha önemlidir.

Delillerimiz neler?

Okuduklarımızdan anladığımız kadarıyla, Bediüzzaman, “birey, toplum ve devlet” basamaklarında ya da “iman, hayat ve şeriat” halkalarında iman ve küfrün tezahürünü şu şekillerde görüp gösteriyor:

Bireyin kalbinde iman ve hidayet olur ve zıddı küfür ve dalâlettir.

Bireyin ve toplumun “hayatı”nda iman, İslâm ve şeair olarak kendisini gösterir. Zıddı ise sefahet, ahlâksızlık ve bid’alara girmek veya taraftar olmaktır.

Devletin hayatında yani şeriat denilen kanunlarında ise iman ve hidayet, adalet-i mahza ve meşveretle tezahür eder. Zıddı ise insaniyet aleyhine istibdat ve zulüm ve İslâmiyet aleyhine zulmettir.

İşte yöneticiler ikinci basamak olan toplumsal hayat basamağında bulunan kişilerdir. Onların kalbî imanları sadece şahsî ibadetlerini değil aynı zamanda toplumun cesaretlenmesini de sağlamalı ki dindarlıkları tam olmuş olsun.

Bilirsiniz, uzmanından da sorabilirsiniz; klâsik fıkıh tasnifinde insanın davranışları mükellefiyetteki ehemmiyet yönünden kabaca genellikle şöyle sıralanır: Farz, vacip, sünnet, müstehap, mübah, mekruh, haram/günah, kebair.

Yani klâsik tasnifte sünnet farzdan sonra gelir. Elbette doğrudur. Ama bir istisna ile.

Bediüzzaman diyor ki; şeair nev’înden ibadetler, velev sünnet de olsalar, şahsî farzlardan önemlidir.

İlk bakışta, sünnetin farzdan önemli olması garip gelebilir. Ama şeair denilen toplumsal dinî motifler, sünnet de olsalar öyle bir sünnettir ki farza basamak olur, farza kılıf olur, farza kapı açar, destek olur.

Nitekim Bediüzzaman Mektûbât’ta (385) Türkçe ibadet bid’akârlığını teşhis ve şeairi muhafazaya gayret ederken şöyle diyor:

“Nasıl ‘hukuk-u şahsiye’ ve bir nevi hukukullah sayılan ‘hukuk-u umumiye’ namıyla iki nevi hukuk var. Öyle de, mesâil-i şer’iyede bir kısım mesâil, eşhâsa taallûk eder; bir kısım umuma, umumiyet itibarıyla taallûk eder ki, onlara ‘şeâir-i İslâmiye’ tabir edilir. Bu şeâirin umuma taallûku cihetiyle, umum onda hissedardır. Umumun rızası olmazsa, onlara ilişmek, umumun hukukuna tecavüzdür. O şeâirin en cüz’îsi (sünnet kabilinden bir meselesi) en büyük bir mesele hükmünde nazar-ı ehemmiyettedir.”

Ayrıca Bediüzzaman Lemaat’ta, şeairi, nazarlara daima ve ivazsız-garazsız ders veren “hoca-yı dânâ (âlim hoca)”ya benzetiyor.

O halde yukarıdaki cümle şöyle anlaşılabilir;

Meselâ Ali’nin Veli’den alacağı hukuk-u şahsiyedir, özel hukuktur, Ali hakkından vazgeçmezse Allah bu borcu çizmez, affetmez.

Meselâ bir yöneticinin kendi şahsî farzı ifa etme borcu Hukukullahtandır, ama onun Allah’a şahsî borcudur. Allah isterse affedebilir.

Oysa aynı yöneticinin şeairi muhafaza borcu umumî hukuka yani kamu hukukuna ve oradan da Hukukullah’a taalluk eder. Bu konudaki borcunu hakkıyla ifa etmeyen yönetici, bütün mü’minlere karşı borçlu hale gelmiş olur.

İşte bu yüzden, cumhurbaşkanından en küçük seviyedeki amire kadar, kamusal rütbe sahibi herkesin şeair hakkında ne yaptığı ve ne düşündüğü, şahsen ne yaptığından daha önemli hale gelmiştir.

Zira bu zamanda Kur’ân’ın etrafındaki surlar yıkılmış, yani dinin dolaylı ve zararsız nasihatçisi durumundaki toplumsal dinî motifler tahribe maruz kalmış, onu korumak kişinin kendi kendisini korumasından daha önemli hale gelmiştir.

İşte bu yüzden bürokratın ve siyasetçinin toplumsal dindarlık da diyebileceğimiz “din karşısındaki aktif tutumu” ve şeairi önemseyip önemsemediği şahsî dindarlığından kıymetli ve ehemmiyetli.

Şeair muhafızı Bediüzzaman’dan bid’a düşmanı Menderes’e “İslâm kahramanı” hitabını gönderen sır bu olsa gerek.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*