Yüz yıllık savaş

Bediüzzaman Hazretlerinin Birinci Dünya Savaşından on-on beş sene önce bir gazetede dikkatini çeken İngiltere Müstemlekat Nazırının bir konuşmasında, “Bu Kur’ân Müslümanların elinde kaldıkça, biz onlara hakîki hâkim olamayız. Ya Kur’ân’ı ortadan kaldırmalıyız veya onları Kur’ân’dan soğutmalıyız.” haberi yeni bir savaşın açık ifadesiydi. Bediüzzaman Hazretleri buna karşılık: “Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez manevî bir güneş hükmünde olduğunu, ben dünyaya ispat edeceğim ve göstereceğim!” demişti.

Yaşadığımız çağın en büyük hadiselerinden birisi de şüphesiz Birinci Dünya Savaşı’dır. Büyük harbin başlangıcı olan 1914 yılını tam yüz sene geride bıraktık. Savaşın sonunda, dünyanın önemli bir kısmına hükmeden koca Osmanlı devleti parçalanarak tarih sahnesinden çekildi. Topraklarında ellinin üzerinde devlet kuruldu ve hâlen de parçalanmaya devam ediyor. Aradan geçen yüz senede ne kadar mesafe alabildik, savaşın ve mağlubiyetin yaralarını ne kadar sarabildik? Yoksa yaralar daha da mı derinleşti? Son dönemdeki hareketlenme belki de savaşın hiç bitmediğinin ve eskiyen savaşın tazelenme merhalesine girdiğinin bir göstergesi…

Gerçekte savaşın şekli değişti. İkinci Dünya Savaşından sonra literatüre giren Batı ile Sovyetler arasındaki “Soğuk Savaş” Osmanlı’ya karşı çoktan başlatılmıştı ve halen devam ediyor. Şüphesiz bunu radikal boyutta ele alarak Batı ile sıcak savaşı sürdürmeye çalışanlar yok değil… Öbür tarafta ise savaşın tamamen bittiğini hatta kazanıldığını zannederek rehavete kapılanlar da önemli bir ekseriyete sahip. Üzerinde tam olarak ittifak edilemeyen husus; mücadelenin ve mücahedenin farklı bir boyutta devam ettiğidir…

Birinci Dünya Savaşının başlangıcında Osmanlı devleti, dolayısıyla İslam dünyası Batının karşısında bir blok olarak durabiliyordu. İki ya da üç kutuplu dünyada bir kutup idi. Stratejik bölgeler, ilerde daha da önem kazanacak olan petrol gibi enerji kaynakları ve geçiş noktalarının kontrolü kendisine aitti. Eksikleri bulunsa da ekonomik ve kültürel pek çok kararı kendisi alabiliyordu. Hepsinden önemlisi ise coğrafyanın tamamı büyük bir sulh ve sükûn içindeydi. Üç kıtanın önemli bir kısmında Osmanlı barışı hüküm sürüyordu. Yüz sene sonra ise pek çoğunun “Bağımsızlık kazandık, devlet kurduk” dediği noktada hâlâ iç savaşlar, kargaşa ve sömürü devam ediyor. Dünya savaşlarının bitip bitmediğini tam olarak anlamak için küçük savaşlardaki kayıplara bakmak yeterli. Aslında Birinci Dünya Savaşının en önemli sonucu bu savaşın gölgesinde âhirzamanın dehşetli şahısları olan Deccal ve Süfyan’nın dünyanın önemli bir kısmına hâkim olmasıdır. Yıkım ve tahribatın bu kadar büyük ve tesirinin bir asırdır devam etmesinin en mühim sebebi budur.

Almanya ve Japonya dünya savaşlarından sonra toparlanmalarına rağmen İslâm dünyası bir türlü sulh ve sükûna kavuşamadı. En önemli sebebi ise soğuk savaşı ta baştan kaybetmemiz. Bediüzzaman Hazretlerinin Birinci Dünya Savaşından on-on beş sene önce bir gazetede dikkatini çeken İngiltere Müstemlekat Nazırının bir konuşmasında, “Bu Kur’ân Müslümanların elinde kaldıkça, biz onlara hakîki hâkim olamayız. Ya Kur’ân’ı ortadan kaldırmalıyız veya onları Kur’ân’dan soğutmalıyız.”1 haberi yeni bir savaşın açık ifadesiydi. Bediüzzaman Hazretleri buna karşılık: “Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez manevî bir güneş hükmünde olduğunu, ben dünyaya ispat edeceğim ve göstereceğim!”2 demişti. İstanbul’a gelerek din ve fen ilimlerinin birbirini tamamlayacağı üniversitelerin kurulması için gayret etti. Gelecek bir felâketi gördüğü için bu eğitim müesseselerinin İslam dünyasının tamamına da hitap edecek şekilde tesisini istiyordu. Yine aynı şekilde Kur’ân’ın önemli prensiplerinden olan meşveret ve şûrânın devlet yönetiminde ve müesseselerde gerçekleşmesi için ciddi teşebbüslerde bulundu. Ancak feleğin çarkları, hikmet-i ezeliye ve kader müsaade etmedi. Asırların tortusunu temizlemek için muazzam bir Külliyat ve talebeleri gerekiyordu.

İstanbul’da çözümün tükendiğini gören Bediüzzaman Hazretleri Van’a dönüp talebe yetiştirmeye başlamıştı. Gerek dünya ahvâlinden ve siyasetinden ve gerekse Osmanlı’nın merkezindeki kargaşadan büyük bir felâketin yaklaşmakta olduğunu fark ediyordu. Bir “vakıa-i sadıkada” gördüm dediği: “Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağı’nın altındayım. Birden o dağ, müdhiş infilâk etti. Dağlar gibi parçaları, dünyanın her tarafına dağıttı.”3 ifadeleriyle haber verilen felâketin öncülerini hissetmeye başlamıştı. Yaklaşan savaşı etrafına ve talebelerine “Hazır olunuz, büyük bir musibet ve felâket bize yaklaşıyor” diye haber vermişti.4

Mevcud eğitim sisteminin mezunları siviliyle askeriyle, kökü dışarda bir kısım klüplerin de yönlendirmesiyle öyle bir kargaşaya sebep oldular ki, koca Osmanlı’yı on-on beş sene içerisinde darmadağın ettiler. Irkçılık, rekabet ve fırkacılık memleketi büyük bir kaosa sürüklemişti. Soğuk savaşın merkezde etkisi böyleydi. İslâm dünyasında da farklı değildi. Onların da Osmanlı’nın yıkılmasında büyük hataları oldu. Sömürgelerden zorla silahaltına alınan on binlerce Müslüman asker bizim ve müttefiklerimizin karşısındaydı. Bediüzzaman Hazretleri bunu şöyle ifade eder: “İşte Hind, düşman zannederek, hâlbuki pederini öldürmüş, başında oturmuş bağırıyor. İşte Tatar, Kafkas, öldürülmesine yardım ettiği şahıs bîçare vâlideleri olduğunu ‘ba’de harab-il Basra’ anlıyor. Ayakucunda ağlıyorlar. İşte Arab, yanlışlıkla kahraman kardeşini öldürüp, hayretinden ağlamayı da bilmiyor.”5

Bediüzzaman Hazretleri “Üç büyük düşmanımız vardır” demişti: “Cehalet, ihtilaf ve zaruret”. Dünya savaşının safahatına baktığımızda bu üç düşman, neredeyse üç büyük düşman devletten daha fazla zarar vermişti. Hatta bu zaaflarımız olmasaydı o devletler bizi mağlup edemezdi. Mağlup olsak da parça parça edilerek eli ayağı bağlanıp uydu devletler haline getirilemezdik.

Gelinen noktada endişe edilen husus, yüz sene sonra tarih farklı boyutta da olsa tekrar edecek mi? Mehmet Akif, “Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?” diyor. Tarihin tekerrürü ile ilgili başka bir söz daha var: “Tarih tekerrür etmez, ancak—şiir gibi sonunda—mutlaka kafiyeleri vardır.” İbret alınmazsa ve yüz yıl önceki hatalar tekrarlanırsa, sonuçların da benzer şekilde tekrarlaması kaçınılmaz.

Şüphesiz yüz sene öncesine göre çok daha iyi noktadayız. Bediüzzaman Hazretlerinin “Cehalet, ihtilaf ve zaruret” diye özetlediği hususlarda önemli mesafeler aldık. Kastedilen cehalet sadece okur-yazar olmamak değildi elbette… Çağın Kur’an tefsiri Risale-i Nur cehaletin azalmasında, uhuvvet ve kardeşliğin tesisinde çok önemli bir fonksiyon icra etti. Geçen asrın ilk döneminde Kur’an ve İslam’ın esaslarına ve şearine yapılan dehşetli saldırılar iman hakikatları ile bertaraf edildi, hile ve desiseler boşa çıkarıldı. Zamanın geçmesiyle kısmen unutulsa da bu mücadele ve muvaffakiyet çok önemlidir ve diğer bütün safhaların esas kaynağıdır. Risale-i Nur dünyanın dört bir tarafına ulaşmasına rağmen “müspet hareket ve siyasette ölçü” gibi bir kısım prensiplerine tam uyulmaması siyasi ve içtimai hataların devamına sebep oldu. Dünya çapındaki siyasi ve içtimai her akım İslâm dünyasını süratle tesiri altına aldı. Bunda şüphesiz bizim, takdim ve gayretteki eksikliklerimizin rolü büyük. Bütün bunlar önemli birer tecrübe oldu.

Zaman ümitsizlik zamanı değil, hataları düzeltme ve daha fazla gayret etme zamanıdır. Yüz yıllık tecrübe ve gayretlerin semerelerini toplama zamanıdır. Ahirzamanın dehşetli şahıslarının ideolojileri ihtiyarlık ve tükeniş döneminde, Kur’ân hakikatları ise gençlik ve kemâl çağındadır. Bediüzzaman Hazretlerinin dediği gibi: “Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılabı içinde en yüksek gür sada İslâmiyet’in olacaktır.”

Dipnotlar:
1- Tarihçe-i Hayat, s 44
2- Tarihçe-i Hayat, s.44
3- Tarihçe-i Hayat, s.174
4- Tarihçe-i Hayat, s.93
5- Sünuhat, s. 71

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*