Zaman, mekan ve iman

‘Zaman denilen sır’ ve ‘Zaman genişlemesi’ başlıklı yazılarımızda zaman ve mekân arasındaki sıkı ilişkiyi açıklamıştık. Bu yazımızda konunun başka bir boyutuna dikkat çekmek istiyoruz. Zaman ve iman konusuna.

Evet, zaman mekânın bir boyutu. Zamanı tanımlamak için mekâna ihtiyacınız var. ‘Ne zaman’ sorusunun cevabı ‘nerede’ kavramı ile doğrudan bağlantılı. “Meselâ 1999 yılında ne oldu?” diye sorduğunuz zaman, bu tarihin dünya şartları içinde bir yerde geçmesi gerek. Zira bizim zamanımız dünya denilen mekânın içinde cereyan eden bir zaman. Başka bir mekânda başka bir şart için aynı soruyu sormak mümkün değil.

Demek ki, şu kâinat içinde bile zaman ile ilgili farklı mekânlar için, farklı sorular ortaya çıkar. Sorular birbirinin aynısı olamaz. İnsanları en çok yanıltan hususlardan birisi de Cenâb-ı Hak hakkında benzer sorular sormaları. Yaşadıkları mekânı ve zamanı dikkate alarak zamansız ve mekânsız olan Vâcibü’l-Vücud hakkında mânâsız ve muhal fikir yürütmeleri.

Bir sitede görmüştüm. Şöyle bir soru sormuşlar: “Cenâb-ı Hak kâinatı yaratmadan önce ne yapıyordu?” diye. Soruya şöyle cevap verilmiş: “Allah kâinatı yaratmadan önce bu kâinatın plan ve programını yapıyordu.”

Bu durumda soru kadar cevap da mânâsız ve anlamsız, bir değer ifade etmiyor. Çünkü hem soru, hem de cevap, mekân ve zamanın şartları içinde geçerli. Zaman ve mekânın olmadığı bir an ve zeminde ne zaman, nerede gibi sorular ne anlam ifade eder ki!..

Elbette ki, Cenâb-ı Hak için zaman söz konusu değildir. Aynı şekilde mekân da söz konusu değildir. Zira kâinatın Yaratıcısı kâinat cinsinden değil. Âlemlerin Rabbi olan Allah zaman ve mekândan münezzehtir. Mekânı ve mekânın bir boyutu olan zamanı yaratan Allah’tır. Allah ise, zaman ve mekânın kayıtları içine girmekten müberra ve muallâdır. Zaman ve mekân sadece yaratılmışlar için vardır.

Bu sebeple Allah için, “Kâinatı yaratmadan önce ne yapıyordu, şu an ne yapıyor, yarın ne yapacak, şu zamanda ne yapmıştı” v.s. tarzında soru sorulması muhaldir. Yani akıldan uzak, anlamsız, boş ve geçersizdir.

Zira Cenâb-ı Hak’kın isim, fiil ve sıfatları için dün, bugün, yarın, önce, sonra gibi hiçbir zaman ifadesi kullanılamaz. O, bize göre dün olan zamanı, an olan ve yarın olan zamanı, kâinatın başlangıcını ve sonunu, Cennetin en uzak noktasını ve Cehennemin hal ve hareketini, ebediyeti ve ezeli zamandan ve mekândan münezzeh bir şekilde görür, bilir ve idare eder. Uzak-yakın, geçmiş-gelecek, dün-yarın diye bir kavram biz yaratılanlar için vardır, Allah için değil.

Zamanın Bedii’si olan Bediüzzaman bakın bu konuyu nasıl izah ediyor:

“Hem, ezel, mâzi silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esas tutulup o­na göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki, ezel, mâzi ve hal ve istikbâli birden tutar, yüksekten bakar bir ayna-misâldir. Öyle ise, daire-i mümkinât içinde uzanıp giden zamanın mâzi tarafında bir uç tahayyül edip, o­na ‘ezel’ deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertiple girmesini ve kendisini o­nun haricinde tevehhüm etmesi, o­na göre muhâkeme etmek hakikat değildir.

“Şu sırrın keşfi için şu misâle bak: Senin elinde bir ayna bulunsa, sağ tarafındaki mesafe mâzi, sol tarafındaki mesafe müstakbel farz edilse, o ayna yalnız mukabilini tutar. Sonra, o iki tarafı bir tertib ile tutar; çoğunu tutamaz. O ayna ne kadar aşağı ise, o kadar az görür. Fakat, o ayna ile yükseğe çıktıkça, o aynanın mukabil dairesi genişlenir; git gide, bütün iki taraf mesafeyi birden, bir anda tutar. İşte şu ayna, şu vaziyette o­nun irtisâmında, o mesafelerde cereyan eden hâlât birbirine mukaddem muahhar, muvâfık muhâlif denilmez.

“İşte, kader, ilm-i ezelîden olduğu için; ilm-i ezelî, hadîsin tâbiriyle, manzâr-ı âlâdan, ezelden ebede kadar her şey, olmuş ve olacak, birden tutar, ihâta eder bir makam-ı âlâdadır. Biz ve muhâkemâtımız, o­nun haricinde olamaz ki, mâzi mesafesinde bir ayna tarzında olsun.” (Sözler, s. 430)

İşte Cenâb-ı Hak “makam-ı âlâdan” hadiseleri öyle bir şekilde idare eder ki, O’nun için dün, bugün ve yarın kavramı bir anlam ifade etmez. Zaten, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, zaman mekânın bir boyutudur ve ancak yaratılmışlar için bir anlam ifade etmektedir. Cenâb-ı Hak ise, kâinatta mekân tutmaktan ve zaman kaydı altına girmekten münezzeh, müberra ve mualla olan bir Zât-ı Zülcelâldir.

Zamanın tevhidle ilgili bu konusunu, mezkûr şekilde ifade ettikten sonra, zamanın başka bir boyutuna da dikkat çekmek istiyoruz. Bu gün yaşadığımız şekli ile ifade etmeye çalıştığımız zaman, zaman bu kâinat için geçerlidir. Burada görünen mekâna bağlı olarak cereyan etmektedir. Saat, gün, yıl, ay, asır gibi zaman terimleri içinde yaşadığımız kâinatın birer fonksiyonudur. Bu sebeple bundan sonra gelecek kıyamet sonrası ahiret hayatı için nasıl bir zaman söz konusu olacak, bilmiyoruz. En azından mesele net değil. Zira bundan sonra yaratılacak olan mekânın şartlarını ve mekâna bağlı olarak yaratılacak zamanın şartlarını da bilmiyoruz. Ahiret yurdunda olacak hadiseleri yine bu dünyanın zamanına kıyaslayarak öğrenmeye çalışıyoruz.

Bu konuda ilginç bir hadis-i şerif var.

Resûl-i Ekrem (a.s.m.) Efendimiz kıyametle ilgili bir hadisinde, Ebû Hureyre’den rivayetle şöyle diyor:

“İki sûr arasında kırk, vardır!” buyurmuştur. Bunun üzerine oradakiler:

“Ey Ebû Hureyre! Kırk gün mü?” diye sordular. Fakat o: “Bir şey diyemem!” cevabını verdi. Tekrar: “Kırk ay mı?” dediler. O yine: “Bir şey diyemem!” cevabını verdi. “Kırk yıl mı?” dediler. O yine: “Bir şey diyemem!” cevabını verdi ve (Resûlullah’ın hadisine devam etti:)

“Sonra Allah semâdan su indirecek ve insanlar yerden sebze biter gibi bitecekler. İnsanda bir kemik hâriç hepsi çürür. Bu çürümeyen, acbü’z-zeneb denen kuyruk sokumu kemiğidir. Kıyamet günü yeniden yaratılış bundan terkîb edilecektir.” (Buhârî, Tefsir, Zümer: 3)

Şimdi dikkat ediniz. Hadiste, Kıyamet sonrası zahirî bir zaman ifade ediliyor, yani “kırk” deniyor. Ravî’ye soruyorlar, “Bu kırk nedir?” diye. Ravî bir cevap vermiyor. Belli ki Resûl-i Ekrem (a.s.m.) de net bir şey dememiş. Yani bu kırk ne? Kırk saniye mi? Kırk dakika mı? Kırk yıl mı? Kırk asır mı? “Cevap yok” diyor Ebû Hureyre. Ne kadar da nefis diyor. Çünkü insanların anladığı dakika, saat, gün v.s. gibi zaman ifadeleri bu mekânda geçerli olan zamanlardır.

Kıyamet kâinatın ölümü olduğuna göre, mekân da yıkılıyor demektir. Elbette ki, mekân yıkılınca mekânın bir boyutu olan zaman da yıkılacak ve ortadan kalkacaktır. Kıyamet sonrası yeniden yaratılan ve inşâ edilen mekânın da zaman boyutu elbette ki, farklı olacaktır. İşte bu hususa dikkat çekmesi açısından “kırk” ifadesi bir ölçüde tanımsız kalmış.

Ne güzel bir ifade bu. Hem zamanın mahiyetini tam bilmeyen insanlar irşad edilmiş, hem de bu zamandaki ilim ehli.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*