Zaruret mi, haram mı?

Image
Şeriatın haram-helâl çerçevesi üzerinde durmadan, yalnızca zamanlamayı da alâkadar eden tarihî bir vakıa ile mevzumuza girmek istiyorum.

Bediüzzaman Hazretleri talebelerine vefatından çok kısa bir müddet önce verdiği derste, satır arasında ilginç bir hadiseyi haber veriyor.

M. Kemal, Said Nursî Hazretleri Ankara’da iken, araya bazı hocaları ve kumandanları koyarak, Avrupa medeniyeti perdesi altında “yeni hayat” tarzını kendisine teklif ediyor. Yeni dünya hayatını fantezileriyle, zarurî olmayan yüzlerce ihtiyaçlarıyla lüks ve israfıyla yaşamanın teklifi. Bediüzzaman’ın; iktisat, istiğna, kanaat, fukara milleti nefsine tercih, ilim ve dini medar-ı maişet yapmamak gibi çok önemli prensipleriyle reddettiği bu teklifin, başka birçok hocaya, temayüz etmiş kişilere, paşa ve politikacılara da yapıldığını sonradan öğreniyoruz. Maalesef milletin temsilcileri konumundaki son Osmanlı aydınlarının büyük bir kısmının M. Kemal’in alıştırması sonucu zamanla “lüks hayat tiryakisi” olduklarını ve dolayısıyla bütün inisiyatifleri kaptırdıklarını hatıraların satırlarından öğreniyoruz…

“Zarurettir, mecburuz…” cümlesi yalnızca cumhuriyetin bu ilk senelerine mi aittir? M. Kemal’in o günlerde başlattığı “yeni hayat” veya “lüks hayat” Çankaya’dan başlayarak valiler aracılığıyla evvelâ yüksek memurlara ve daha sonra nahiyelerdeki en küçük memura sirayet ederek gitmiş. Ardından, M. Kemal’in usûlüyle devlete “bende olmuş” memurların, halkın tepesinde “nemrut kesilmelerinin” hikâyesi başlıyor. Millete yıllarca tepeden bakmış bu memurların veya çocuklarının çok partili döneme girişin üzerinden altmış sene geçmesine rağmen, hâlâ nostalji ile Halk Partili kalmalarının önemli bir sebebi bu olamaz mı?

Semavî dinlere düşman, Avrupa medeniyetinin cumhuriyetle birlikte millete dikte ettiği “yeni hayatların” ihtilâl dönemlerini müteakiben bürokrasi ve askeriyede depreşmesi, hepimizi sıkıntıya sokuyor. “Dünyevîleşme” kelimesinden, dünyanın dine tercihini anlamak daha doğru olur. Müslüman olduğu, Allah’a ve ahirete iman ettiği halde, birileri tarafından dünyevî menfaat sağlandığı zaman hemencecik oraya seğirtenler günümüzde de herkesi şaşırtıyor. Bilhassa bu ince imtihan çizgisini bilmeyen bazıları hem dini ve hem de bütün dindarları. suçlamaya gidebiliyor. Düne kadar mücahidâne, zahidâne ve takva ile İslâmı yaşayanların, şu imtihanla “kimyasal değişime” uğramaları, âmi dindarlara da büyük zarar veriyor. Zira gözleriyle gördüğüne itikad eden bu halk, nefislerinin de hoşuna gittiği için “imtihanı kaybetmiş” eski takvacıların yaşadıklarına fetva gözüyle bakıyor. Bundan otuz-kırk sene önce toplumun “haram” kabul ettiği hareketlerin, dini kitaptan öğrenmemiş “gözlü tabakaca” mubah telakki edilmeye başlanması bundan.

Otuz-kırk sene önce İslâmiyet’in doğrusunu yaşamak daha kolaydı. İhtilâlci dinsizlerin taarruzlarından hanelerimiz daha korunaklı idi. Kemalistlerin komünistlerle birlikte organize ettikleri sinema, tiyatro, dans ve diğer sefih eğlenceler evlerimizin dışındaydı. Köroğlu’nun, “Tüfek icad oldu, mertlik bozuldu” dediği gibi, elektronik aletlerin sefihlerin eline geçmesiyle, dindarlar büyük sıkıntıya girdi. Buna ihtilâlcilerin toplumun üzerine ikide bir boca ettiği korkuları da ilâve ettiğimizde, zamanla sefih Avrupaî hayat tarzının, mahrem hayatın detaylarına kadar nüfuz ettiğine şahit oluyoruz.

Peki zaruret ne idi?

Bediüzzaman Hazretleri kendilerine “yeni hayat”ı teklif eden aracı hocalara ve komutanlara diyor ki: “Zaruret su-i ihtiyardan gelse, kat’iyen doğru değildir, haramı helâl etmez.” Zaruretin su-i ihtiyardan gelmemesine, meczup bir çocuğun sebep olduğu katli örnek veriyor. Ve diyor ki: “Ekmek yemek, yaşamak gibi zarurî ihtiyaçlar haricinde başka hangi zaruretler var? Su-i ihtiyardan, gayr-ı meşrû meyillerden ve haram muamelelerden tevellüd eden hareketler haramı helâl etmeye medar olamazlar. Sinema, tiyatro, dans gibi şeylerde tiryaki olmuş ise, mutlak zaruret olmadığı ve su-i ihtiyardan geldiği için, haramı helâl etmeye sebep olmaz.”

Bediüzzaman’ın şu satırlarının bize sunduğu adeseden zamanımıza baktığımızda, haram fiillerin fütursuzca sergilendiği sinema, tiyatro ve dansın evlerimizin baş köşesine konduğunu görmeyenimiz var mı? Bir haram bakışın veya lokmanın harap ettiği hayatların hikâyeleriyle büyümüş hoca, sofi, öğretmen, gazeteci veya dinî cemaat mensuplarının yükleri biraz daha mı ağırlaşıyor?

Biz zaruret diyebiliriz… “Hangi zamanda yaşıyorsunuz” diyerek, taviz vermek istemeyeni ta’n edebiliriz. Fakat İslâmdaki haramlar ve helâller o kadar sabit ve sarih ki… Onlar değişmiyorlar. Tıpkı güneşin doğuşu ve batışı gibi… Tıpkı inandığımız Cennet ve Cehennem gibi…

İşin doğrusu, semavî kanunları dinlemeyen sefih Avrupa medeniyetiyle aramızdaki mesafeyi iyi ayarlamak olmalı. Zaruret diyerek Kemalizmin sunduğu hayallerden yiyip-içen veya oynayanlardan hangisi mutlu oldu ki? Helâl rızkına faiz karıştıranların hangileri son demine kadar zengin ve mutlu olabildi ki? Dinsiz Batı medeniyetiyle Kemalizmin bizi hem mutsuz, hem fakir ve hem de herşeye muhtaç birer dilenci haline getireceğini artık görmemiz lâzım…

Image

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*