Milli Mücadelede İstanbul cephesi

GÜNÜN TARİHİ 22 Kasım 1918

Dört yıl (1914-18) süren Birinci Dünya Harbinden hemen sonra başlayan ve yine dört yıl (1918-1922) kadar süren Millî Mücadelenin en çetin kısmı İstanbul cephesinde yaşandı.

Kim ne derse desin, bu gerçeği değiştirmek, yahut tersine çevirmek, hakikat nazarında mümkün değildir. Zira, o günkü dünyanın en güçlü devletleri arasında yer alan İngiliz, Fransız ve İtalyan donanmasına bağlı savaş gemileri, müttefik kuvvetler şeklinde gelip İstanbul’a yüklenmişlerdi. Bu istilâcı kuvvetlere ayrıca yeni müttefik Yunanistan’ı da eklemek gerek. Anadolu’da ise, hiç bir cephede bu derece ittifak eden bir kuvvetle karşılaşılmadı. Hepsi de muhtelif yerlerde ve parça-bölük idiler. Bir tek İstanbul’a birlik halinde yüklendiler.

*

Mondros Ateşkes Antlaşmasının (30 Ekim 1918) ardından kafile kafile gelerek İstanbul’u kuşatan düşman (İtilâf) kuvvetleri, antlaşmadan yirmi gün kadar sonra, yani 22 Kasım 1918’de postaya verilen mektuplara, matbaalara ve gazetelere müdahale ederek kendilerince sansür uygulamaya başladılar.

Buna mukabil, içinde Bediüzzaman Said Nursî’nin de bulunduğu vatanperver şahsiyetler, bütün kuvvetleriyle işgalcilere karşı direndiler ve bilhassa medrese ehlinin ittifakını sağlayarak işgal hareketini boşa çıkarmaya çalıştılar. Şükür ki, bunu başardılar.

Bu başarıyı burada nazara verirken, kimse Millî Mücadelenin Anadolu cephesini küçümsediğimiz manasını çıkarmasın. Her bir cephede büyük ve şanlı bir mücadele verildi; lâkin, İstanbul’daki mücadelenin önemi daha büyüktür.

*

Mütareke (ateşkes) bahanesiyle başlayan işgal hareketi, adım adım geliştirildi.

İlk etapta İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan donanmasına bağlı yaklaşık 50 gemiden oluşan savaş filoları geldi.

İstanbul Boğazını tutan, hemen ardından limanlara yaklaşan müttefik düşman filoları tarafından, bir yandan da karaya peyderpey asker çıkarıldı. Sözde mütareke şartlarına göre gelen askerlerin karaya ayak basmasıyla birlikte işgal hadisesi de fiilen başlamış oldu: Kasım 1918.

*

İstanbul işgaliyle eş zamanlı olarak, Anadolu’nun da birçok beldesi, yine aynı ülkelerin kuvvetleri tarafından işgal ve istilâ edilmeye başlandı. Ancak, tekraren ifade edelim ki, en kritik ve en tehlikeli durum yine de İstanbul’daydı. Çünkü, burası hem merkez, hem de cephe savaşı vermeye imkân tanımayan bir konumdaydı.

Bu yüzden, İstanbul’daki direniş faaliyetleri silâhsız bir metodla yapıldı. Gizlice ve el altından yürütülen neşriyat ve nasihat hizmetleri sayesinde, işgalci güçlerin taban bulması engellenmiş oldu.

Şu nokta açık bir gerçektir ki, bir işgal kuvveti, istenmediği yerde uzun müddet tutunamaz. İstanbul’u işgal edenler için de durum aynen öyle oldu.

*

Bu arada, bir noktaya daha dikkat çekmekte fayda var. Meselâ, bazıları diyorlar ki: Bediüzzaman Said Nursî’nin de üyesi olduğu Müderrisin Cemiyeti adına İkdam gazetesinde Kuvva–yı Milliye hareketi aleyhine çıkan yazı, niçin sonradan tekzip edilmedi?

Esasında, o tarihte basılan gazetelerin ve hatta matbaaların bütünüyle işgalcilerin sansürü ve kontrolü altında olduğu gerçeği düşünüldüğü takdirde, böyle bir suâlin ne kadar boş ve abes kaçtığı da kendiliğinden anlaşılmış olur. Zira, işgal komiserliğinin istemediği bir yazının “mütareke dönemi basını”nda yer bulması, o günkü şartlarda adeta imkânsız gibiydi.

Konu hakkında fikir yürütülürken, sonraki olağan duruma göre değil, o kritik günlerdeki olağanüstü şartları nazara alarak yazmak, söylemek gerekiyor. Aksi halde, tarihî hakikatlerin ruhuna aykırı davranılmış olur.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*