Cafer-i Sadık (669-765)

Risale-i Nur’da, “mânevî mehdî” (Mektubat, s. 100), “eimme-i âlişan” (Lem’alar s. 26) ifadeleriyle kendisinden söz edilen, Hazreti Ali ve Hazreti Ebubekir gibi mübarek bir nesebden gelen Cafer-i Sadık, “on iki imam” olarak kabul edilen silsilenin altıncısıdır. Babası Muhammed Bakır olup, Hazreti Ali’nin torunu olan Zeynelabidin’in oğludur. Annesi Ümmü Ferve de Hazreti Ebubekir’in (ra) torunu Kasım bin Muhammed’in kızıdır.

Oğlu İsmail’den ötürü Ebu İsmail künyesi ile anılmakla beraber, İsmail’in kendisinden evvel vefat etmesinden dolayı daha çok Ebu Abdullah ve Ebu Musa lakaplarıyla anıldı. Künyesi; Ebu Abdullah Cafer bin Muhammed Bakır bin Ali Zeynelabidin şeklindedir.

669 yılında Medine’de doğan Cafer, ilk eğitimini dedesi Zeynelabidin ile babası Muhammed Bakır’dan aldı. Büyük bir alim olan Muhammed Bakır 19 yıl gibi uzun süre imamet görevinde bulundu. İmamet; namaz kıldırmadaki imamlık anlamına geldiği gibi, müminlerin emiri, halife anlamına da gelmektedir. Muhammed Bakır ve kendisinden sonra aynı vazifeyi sürdüren Cafer-i Sadık geniş bir kesim tarafından, müminlerin halifesi olarak kabul görmüşlerdir. Ancak, buradaki mana idari mekanizmadan farklı ve sadece dini manadaki emirlik mahiyetindedir.

Cafer-i Sadık, otuz yıl boyunca sürdürdüğü imamet vazifesi boyunca, sadece Şiiler tarafından değil, Sünniler ve alimleri tarafından da büyük bir hürmet ve saygıyla karşılandı ve alaka gördü. O, Emeviler ve Abbasiler döneminde mensubu bulunduğu Haşimilerin imamı olarak hizmetini ifa etti. Emeviler zamanında Ehli Beyt’e karşı sürdürülen menfi durumdan kendisi de etkilendi. Özellikle amcası Zeyd bin Ali’nin öldürülmesinden sonra tamamen siyasetten uzaklaşarak kendini dini hizmete verdi. Abbasiler döneminde de siyasetten uzak durmaya devam etti. Kendisi siyasi faaliyet ve girişimlerde bulunmadığı gibi yakın akrabalarına da, idareyi elde etmeye yönelik faaliyet ve girişimlerden uzak durmaları konusunda tavsiyelerde bulundu.

Şii inancına göre, Cafer babası tarafından imam olarak tespit edilmiştir. Onlara göre, daha önce de Hazreti Ali (ra), oğulları Hasan ve Hüseyin’i kendisinden sonra imam tayin etmiştir. Şia’ya göre, imamlar her türlü günahtan münezzehtirler. Bunlar, ilahi ilimlerin taşıyıcısıdırlar. Cafer-i Sadık, başlangıçtan kıyamete kadar olmuş ve olacak hadiseleri Hazreti Muhammed’den (asm) öğrenmiş kimsedir. Şia’nın bazı fırkaları, O’nun hakkında senada çok aşırıya giderek Hazreti Ali’den (ra) üstün ve mehdi olduğunu iddia edenler de olmuştur.

Cafer-i Sadık 765 yılında Medine’de Hakkın rahmetine kavuştu. Şiilerin iddialarına göre Abbasi halifesi Ebu Cafer el-Mansur tarafından zehirletilerek vefatına sebebiyet verildi. Naaşı Cennetül Baki’de babası ve dedesinin yanına defnedildi. Vehhabiler tarafından mezarı tahrip edilene kadar ziyaretgah olarak kullanıldı. Vefatından sonra Şia iki büyük kola ayrıldı. Oğullarından İsmail adına müsteniden “İsmailiye” ve Musa Kazım’ı imam olarak kabul eden “İsnaaşeriyye”. Ayrıca Caferiler de kendilerini ona dayandırırlar.

Ehli Sünnet nezdinde müstesna yeri olan ve hürmetle yad edilen Cafer-i Sadık, Hadis ilmindeki vukufiyeti ve üstün şahsiyetinden ötürü bu alanda; güvenilir, itimada layık kimse anlamında gelen “sika” ünvanıyla tanınır ve kabul edilir. Hadis ilmiyle uğraşıp müçtehit mertebesine yükselmiş, sezme gücü yüksek, özü ve sözü doğru, naklettiği hadisler ve görüşleri güvene layıktır. Büyük bir hadis alimidir. Doğru sözü söylemekten sakınmayan, ifrata gidip özellikle Ehli Beyt konusunda haddi aşanlarla mücadele etti. En önemli lakaplarının başında “sadık” unvanı gelir. Bunun yanında sâbir, fâzıl, tâhir ve âtır (güzel kokulu) gibi unvanlarla da anılmıştır.

Risâle-i Nur’da kendisi övülmekle beraber, özellikle Peygamber Efendimizin (asm) soyundan gelenlerin, Emeviler üzerinde, yanlış yönelimlerinde ve zararlı siyasetlerinde bir çeşit fren etkisi yaptığı ve kendilerini kontrol etmek zorunda bıraktıklarını görüyoruz. Özellikle Hazreti Ali (ra) olmasaydı dünya saltanatı konusunda Emeviler bütün bütün yoldan çıkacaklardı. Onlar karşılarında Hazreti Ali’yi görünce ister istemez ölçüyü tutturmak, Müslümanların nazarında kendi mevkilerini daha fazla düşürmemek için çaba gösterdiler. İslami konularda yeterli hassasiyeti göstermeyen idarecilerin büyük ekseriyeti kendilerine tabi olanları İslam ve iman hakikatleri konusunda teşvik edici tavır takındılar. Taraftarlarını, Kur’an hükümlerinin muhafaza ve neşrine sevk ettiler. Böylece bir çok müçtehit, muhakkik ve muhaddisin yetişmesine vesile oldular. Ali Beytin velayet ve diyanetteki kemalleri onların karşısına dikilmekle, son zamanlarında düşmüş oldukları kötü durum ve çığırından çıkma hadiselerinin bütün devirlerine yayılmasını önlemiş oldu (Mektubat, s. 100).

Bediüzzaman Hazretleri Hazreti Hüseyin’in soyundan gelen Cafer-i Sadık için şu ifadelere yer verir; “…Hazret-i Hüseyin’in neslinden gelen imamlar, hususan Zeynelâbidin ve Cafer-i Sadık ki, herbiri birer mânevî mehdî hükmüne geçmiş, mânevî zulmü ve zulümatı dağıtıp envâr-ı Kur’âniyeyi ve hakaik-i imaniyeyi neşretmişler, cedd-i emcedlerinin birer vârisi olduklarını göstermişler” (Mektubat, s. 100).

Peygamber Efendimizin Hazreti Hasan ve Hüseyin’e gösterdiği sevginin arka planında onların mübarek soyundan gelenlerin de hissesi vardır. Hazreti Hüseyin’e (ra) karşı gösterdikleri fevkalade ehemmiyet ve şefkat, O’nun nurani silsilesinden gelen Zeynelabidin, Cafer-i Sadık gibi şanlı imamların ve “hakikî verese-i Nebeviye gibi çok mehdîmisal zevât-ı nuraniyenin namına ve din-i İslâm ve vazife-i Risâlet hesabına boynunu öpmüş, kemâl-i şefkat ve ehemmiyetini göstermiştir” (Lem’alar, s. 26).

Cafer-i Sadık ve diğer imamlarla ile ilgili olarak Ehl-i Sünnet ve Şia yaklaşımında farklılıklar göze çarpar. Ehl-i Sünnete göre büyük bir alim olup, Kitap ve Sünnete dayanarak içtihatta bulunan ve bu doğrultuda metotlar uygulayan, yaptıklarından mesul ve günah işleyebilme ihtimali olup Şia anlayışının aksine günahtan münezzeh olmayan bir müçtehittir. Günahtan münnezzeh olup “ismet” sıfatını taşıyan peygamberler hariç, diğerleri masum değildir. Şia’ya göre, imamların bilgisi hata ihtimali söz konusu olmayan “ledünni” bilgi mahiyetindedir. Dolayısıyla fıkıhla ilgili görüşleri deliller yoluyla ispat edilip akli bilgiler tarzında değildir. Onlara Peygamber Efendimiz (asm) tarafından kendilerine intikal eden ilahi bilginin eseridir. Bu dayanarak, imamlarının diğer müçtehitler gibi içtihat ederek helal haram konusunda belli bir hükme ulaşma durumunda değiller. Bu konuda Ehli Sünnet ile farklı düşünen Şia’nın “imamların masumiyeti” anlayışı devam etmektedir.

Cafer-i Sadık’ın dini ilimler dışında bir çok ilim dalıyla ilgilendiği konusunda rivayetler olmakla beraber, bu konuda mevcut eserleri bulunmamaktadır. Kendisine isnat edilen eserler vardır. Özellikle cifir hesabıyla ilgilendiği ve gaybi konular üzerinde çalıştığı bilinmektedir. Ancak, riyakarlık ve gösterişten kaçındığından ötürü bir çok şeyini ifşa etmekten kaçınmış ve kaçınmayı tavsiye etmiştir. Babası ve dedesinin yolunu takip ederek mümkün mertebe fitneden kaçınmıştır. Günümüze kadar ulaşan eserleri şunlardır:

Misbahu’ş-şeria; dini ve ahlaki sözleri ihtiva eder. Tefsirü’l-Kur’an, Kitabü’l-Cefr (el-Hafiye), İhtilacü’l-aza; insan organlarındaki titreme ve sebepleri üzerinde durur. Heyakilü’n-nur; tılsımlardan bahseder. Esratü’l-vayh, Havassü’l-Kur’anil-azim, Kitabü’t-tevhid, Risâletü’l-vesaya, Duaü’l-cevşen. Bu eserlerinin dışında da bazı Risâleleri mevcuttur (Mustafa Öz, “Ca’fer es-Sadık”, TDVİA, VII. C., s. 3).

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*