Fitne ve tuzakları, daha çok demokrasi ve birlik beraberlikle bozalım

BEDİÜZZAMAN, HAK VE HÜRRİYETLERİN GELİŞTİRİLMESİNİ, DEMOKRATİKLEŞMENİN YAYGINLAŞTIRILMASINI SAVUNURKEN; ETNİK FARKLILIKLARI İSTİSMARLA, “MUHTARİYET/ÖZERKLİK MASKESİ” ALTINDA ÜLKEYİ PARÇALARA AYIRMAK İSTEYEN BAYAT BİR ECNEBÎ PROJESİNE KARŞI DA İKAZ EDER.

“BU VATAN MİLLETİ” VE “TÜRK-KÜRT BİRDİR, KARDEŞTİR”

Yine bir “müdafaa mektubu”nun üzerine orijinal el yazısıyla “Umum Vilayât-ı Şarkiyeye (Doğu vilayetlerine)” başlıklı bir notta, “Şark isyanında Şeyh Said onun Şarktaki büyük nüfuzundan istifade için mücâdeleye iştirake dâvet ettiği zaman cevaben” şöyle yazar:
“Yaptığınız mücâdele kardeşi kardeşe öldürtmektir ve neticesizdir. Çünkü Türk-Kürt birdir, kardeştir. Türk milleti bin senedir İslâmiyete bayraktarlık etmiş, dini uğrunda milyonlarca şehid vermiştir. Binaenaleyh kahraman ve fedakâr İslâm müdâfîlerinin torunlarına, Türk milletine kılıç çekilmez ve ben de çekmem’ diye hem red ve hem neticesiz mücâdelelerden vazgeçmesini işâret buyurmuştur” diye yazar. (Necmeddin Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursî, 270)
Kur’ân’ın âyetleriyle ve Peygamberimizin (asm) hadisleriyle Türk milletinin övüldüğünü belirten Bediüzzaman, “Türkler hakkında senâ-i Peygamberi (Peygamberimizin övgüsü) muhakkaktır. Birkaç yerde Türklerden ehemmiyetle bahsetmiş; hadis var. Mânâsı hakikat ve Türk milletinin senâ-i Peygamberiye mazhar olduğu hakikattır. Bir nümûnesi Sultan Fatih hakkındaki hadistir” beyânında bulunur. (Emirdağ Lâhikası, 283)
Yine Bediüzzaman’ın talebelerinden Mustafa Sungur bir hâtırasını şöyle nakleder:
“Üstad Bediüzzaman, iman nuruyla baktığı için Anadolu’yu çok severdi. İslâmın ileri karakolu olarak bakardı Türkiye’ye. Ve burada meskûn ahâliye kalbinin derinliklerinden şefkat gösterirdi. Türk milletini çok severdi.
“Ben bakıyorum; kim bana zulmediyor, dikkat ediyorum, onlar katiyen Türk değillerdir. Çünkü hakikî Türklerde zulmetmek damarı yoktur. Bana zulmedenler, ‘Türklük’ perdesi altına girmiş başka millettendir; ve her milletten ziyâde yüksek bir haslet, bir mânevî kahramanlık Türklerde görüyorum” derdi. (Emirdağ Şahitleri, s.15)
Ayrıca kendi irâdesiyle “Altıyüz sene değil, belki Abbasiler zamanından beri bin senedir Kur’ân-ı Hâkim’in bayraktarı olarak bütün cihâna karşı meydan okuyup Kur’ân’ı ilân eden ve milliyetini Kur’ân’a ve İslâmiyete kal’a yapan Türk milleti”ne, “bu vatan milleti” dediği Müslim – gayrımüslim bütün vatandaşlara Batının “münâfıkâne desîselerine” karşı uyanık olmayı ders verir…
Bediüzzaman asıl sorumluluğun, “İslâmiyet milliyetinin sâdefi ve kalesi hükmünde o kudsî kalenin nöbettarı olan Arap ve Türk hakikî iki kardeş”in omuzunda olduğunu bildirir. 1911’de Şam’da 100’den fazla âlim ve onbin kişilik cemaatin bulunduğu Emeviye Camiinde irâd ettiği hutbede İslâm dünyasındaki “küçük tâifelerin menfaati ve saadet-i dünyevîyeleri ve uhrevîyeleri, sizin gibi büyük ve muazzam tâife olan Arap ve Türk gibi hâkim üstadlara bağlıdır” beyânında bulunur.

(Hutbe-i Şâmiye, 39-49)

IV- Sonuç

1- TÜRK – KÜRT KARDEŞLİĞİ VE “HODSERÂNE HAREKET YOK!”

Said Nursî, başından beri Türklerle Kürtleri ısrarla birlik olmaya dâvet eder. Bugün mâlûm fitnelerle zedelenmek istenen “Türk-Kürt kardeşliği”nin ihya edimesini ister.
II. Meşrûtiyet döneminde Kürt hamallara hitap ederken, “Altı yüz seneden beri tevhid bayrağını umûm âleme karşı ilân eden; ve istibdada şiddet-i itaat ve millî âdetleri terkle ihtiyarlanan bizim şanlı Türk pederlerimize kuvvet ve cesâretimizi peşkeş ve hediye edelim. Ona bedel, onların akıl ve mârifetinden istifade edeceğiz” dedikten sonra şu ilginç tesbiti yapar: “Türkler bizim aklımız, biz de onların kuvveti; birlikte (hepimiz) bir iyi insan oluruz. Hodserane (dikbaşlılık, serkeşlik) yapmayacağız. Bu azmimizle başka unsurlara ders-i ibret vereceğiz. İyi evlât böyle olur. Hem de istibdat zamanında bir batman itaat etmişsek, şimdi bin batman itaat ve ittihad farzdır. Zira şimdi sırf menfaati göreceğiz. Çünkü hükûmet-i meşrûta (demokratik yönetim), hakikî hükûmet-i meşrûadır (meşrû yönetimdir.)” (Nutuk, Eski Said Dönemi Eserleri, 186)
Türklerle Kürtler arasındaki irtibatı peder-evlât ilişkisine, saygı ve sevgisine benzeterek, konuyu bir aile sıcaklığı ortamına taşıyan ve böylece ayrılıkçı duyguları besleyen komplekslere gerek olmadığını imâ eden Said Nursî’nin, Türklere karşı ayrı bayrak açmak yerine, “Kuvvet ve cesaretimizi onlara hediye edelim” tavsiyesinde bulunması, bu hususta dikkat çekici.
Esasen Bediüzzaman, bu ülkedeki bütün vatandaşlar ve özellikle Türkler ve Kürtler için İslâm ortak inancını ve vatandaşlık paydasını temel alır. Kürtlere, “İslâma çok hizmet eden Türkler bu millet-i İslâmiyenin kahraman bir ordusudur” kanaatine sahip olmalarının gereğini ders verir. “İslâmiyet ordularının en kahramanı Türkler olduğundan, her milletten ziyade Türkleri sevmek ve taraftar olmak” cümlesinin mesajı budur.  (Tarihçe-i Hayat, s. 356)
Farklı kavimlerden insanların, aynı dine mensubiyetin getirdiği ve “Mü’minler ancak kardeştir” İlâhî prensibinde ifadesini bulan derin kardeşlik bağlarını nazara veren Bediüzzaman, Asr-ı Saadette “Ensar”ın inançları uğruna yurtlarını ve herşeylerini bırakıp hicret eden “Muhâcirler”e kucak açarak ellerindeki herşeyi onlarla paylaşması misaliyle kardeşlik ve dayanışma ruhunu önerir.
Türklerin, Kürtlerin ve diğer etnik menşelerden gelenlerin de son derece fıtrî bir şekilde bin senelik iman kardeşliği potasında kaynaşıp kucaklaştıklarını örnek verir…

2- VATANIN VE MİLLETİN BİRLİĞİ VE BÜTÜNLÜĞÜ

Vaktiyle üç kıt’aya yayılan bir cihan devleti olarak hükmettiğimiz topraklardan elimizde kalan bu vatandan yeni parçalar koparılmasına asla fırsat verilmemesine dikkat çeken Bediüzzaman, kesinlikle etnik ve bölgesel ayırımlara râzı olmaz, onay vermez. Millî mücâdeleyi hep birlikte verip bu vatanı işgalden kurtaran ve üzerinde yeni bir devlet kuran milleti teşkil eden unsurların dışlanmasının tehlikeli fitne tohumlarının atılmasına fırsat vereceğini haber verir.
Bediüzzaman, milletin ortak kutsal bağlarına indirilen ağır darbelere rağmen, tâbirince “bu vatan milleti”nin, bilhassa mânevî değerlerin destek ve katkısıyla, sağduyusunu ve birliktelik irâdesini koruyarak tehlikeli fitne ve tuzakları boşa çıkarmasının gereğini belirtir. Bu süreçte Türkiye’nin önemli bir şansının, 1950’de çok partili demokrasiye geçerek tek parti diktasından kurtulması için, Demokrat Parti iktidarının, din eğitim ve öğretimine, inanç ve mânevî değerlere yaptığı hizmetleri, hak ve hürriyetler üzerindeki baskıları hafifletmesi olduğunu nazara verir.

3- “İTTİFAKTA KUVVET, İTTİHADDA HAYAT, KARDEŞLİKTE SAADET VE SELÂMET VAR”

Gerçek şu ki “fitne plânı”, Müslüman komşu milletlerin yeni yüzyılda çeşitli ırkî ve mezhebî ayırımlar üzerine birbirleriyle uğraşmaları, kavga ve kargaşa üretmeleri üzerine kurulmuş. Türkleri Araplara, Arapları ve Kürtleri Türklere, küçük-büyük bütün Müslüman unsurları birbirine “düşman” eden Lawrenceler’in sistemli kışkırtmalarıyla sürmüş; binbir çeşit kışkırtma yapılmış…
Menhus maksat, “Türk-Kürt” kamplaşmasıyla “etnik ayırımcılığı” azdırmak, milletin birliğini zehirlemek; kavgaya tutuşturmak, iç çatışmaya itmek. Diğer yandan Orta Doğu’dan Orta Asya’ya, Körfez ülkelerinden İran’a, Azerbaycan’a, Afganistan’a ve Pakistan’a uzanan İslâm coğrafyasında “Şîi- Sünnî çatışması”nı çıkarmaktır.
Günümüzde piyasaya sürülen, bölgenin jeostrateji ve jeopolitik geleceği üzerinde hesap yapan lobilerin hazırladığı “tefrika haritaları”nın maksadı budur. “Federasyon” çıkışları, “ayrılık” şarkıları hep bu projenin bir parçası. Amaç, “muhtariyet”le başlayıp “iftirak marazı”nı tahrik desisesiyle tırmandırılan terör, kargaşa ve kaosla iç çatışma türetmek; peşinden “federasyon” provokasyonuyla “kavmiyetçiliği” uyandırmak. Türkiye’nin ve diğer İslâm ülkelerinin ırklar ve kavimlere göre küçük devletlere bölünüp taksimine zemin hazırlamak. Bilhassa karşılıklı kışkırtmayla toplumda “Türk – Kürt çatışması”nı körüklemek…
Bunun içindir ki Bediüzzaman, “ırkçı” ve “ayrılıkçı” temâyüllere karşı, Kürtlere hitaben yazdığı makalelerde, “İttifakta kuvvet var, ittihada hayat, kardeşlikte saadet ve selâmet vardır” diye ikaz eder. “İttihadın ipini (zincirini) ve muhabbetin şeridini iyi tutun ki, sizi belâdan halâs etsin” diye sürekli birlik ve beraberliği tembihler.
Yine bunun içindir ki, daha Osmanlının son döneminde, “milyonlarla şehidin pahasına kanlarını verdiği” birlik ruhunu nazara verir…

4- “CEHÂLET, ZARÛRET VE İHTİLÂFA KARŞI; SAN’AT, MÂRİFET VE İTTİFAK”

Bediüzzaman, “Doğu-Güneydoğu meselesi”nin çözümünü, “Bizim düşmanımız, cehâlet, zarûret (fakirlik) ve ihtilâftır, bu üç düşmana karşı san’at (sanayi), mârifet (eğitim) ve ittifak silâhıyla cihâd edeceğiz”  formülüyle hülâsa eder.
“Cehâlet, fakirlik, keşmekeş ve dahilî ihtilâf” olarak teşhis ettiği üç düşmana karşı, “üç elmas kılıç” ve “üç kıymettar cevher” olarak tavsif ettiği “ittihad-ı millî (millî birlik), sa’y-i insânî (insanî hizmet ve emek) ve muhabbet-i millînin (millî sevginin), din, nâmus ve gayret lisânıyla muhâfazasını ister.
Bediüzzaman’a göre, “En ziyâde birbirine muhtaç ve birbirinden mazlûm ve birbirinden fakir ve ecnebi tahakkümü altında ezilen milletler ve İslâm kabileleri içinde, ırkçılık fikriyle birbirine yabanî bakmak ve birbirini düşman telâkki etmek öyle bir felâkettir ki târif edilmez.” (Mektûbat, 311)
Bediüzzaman’ın bir asır önce devrin gazetelerinde, çeşitli zeminlerde ve daha sonra eserlerinde ifade ettiği bu temel tezlere bu ülkenin bugün de büyük bir ihtiyacı vardır. Hakikaten günümüzde “Güneydoğu meselesi”nin, Bediüzzaman’ın çözüm için özetlediği “ittihad-ı millî ve muhabbet-i millî” olan “kardeşlik projesi”yle ancak çözüme kavuşabileceği, dünden bugüne gelişen olaylarla ortada…
Gerçek şu ki “ırkî ayırım” üzerine kurulu politikalar ve tıpkı Osmanlı’nın son döneminde olduğu gibi, “muhtariyet/özerklik” perdesi altında tahrik edilen “ayırımcılık” illeti, “bin senedir İslâm’ın birlik bayrağını umum âleme karşı yükselten ve yücelten Türkler”le onların “cihâd arkadaşı Kürtleri” birbirinden koparma komplosudur.
Şurası muhakkak ki ecnebilerin bölge ülkelerini işgal ettiği bir esnada, tıpkı Osmanlının son döneminde olduğu gibi, “özerklik modeli” paravanıyla “federasyon” ve “eyâlet” tartışmalarını gündeme getirmek, başta Kürtler olmak üzere bölgedeki diğer Müslüman milletleri zâlim canavarların ağzına atmaktır.
Türklerle Kürtlerin ve sâir Müslüman unsurların birbiriyle mecz olmuş ve “tam birleşmiş İslâmî bir milliyet” haline gelen inanç birliği üzerinde gelişen kardeşliğini, “kimlik ayrışması”yla ayırmak, küresel ifsad şebekelerin tuzağına düşmektir. Milletin mânevî ve en muhkem birlik ve bütünlük bağını ve “vatandaşlık” esasının ayrılıkçı te’villerle bombalamaktır.
Oysa hiçbir şey, İslâm kardeşliği üzerinde bin yıl Türklerle birlik içinde omuz omuza cihâd etmiş ve yan yana şehid düşmüş Türklerle Kürtlerin birlik ve beraberliğini inanç temelinden koparıp, kuru çürük etnik ayrılıklara dayandırmayı gerekli kılamaz.

5- “YARATICILARI BİR,

PEYGAMBERLERİ BİR, KİTAPLARI BİR, VATANLARI BİR; BİNLER BİR BİR…”

Bediüzzaman, Osmanlının son devrinde olduğu gibi, “ırkçılık” fikriyle yoğun bir biçimde “kavimcilik” ve “kabileciliğe” dayalı “ayrılık” tezini işleyen ecnebilerin himâyesinde yapılan bozguncu propagandalara dikkat çeker. “Dessas Avrupa zâlimleri, ırkçılığı İslâm içinde menfî bir surette uyandırıyorlar; tâ ki parçalayıp onları yutsunlar” diye uyarır.
Bunun içindir ki, “İslâmiyet nâm ve şerefini yüceltmek için beşyüzbin kişi fedâ eden ve sadâkatlerini akıttıkları kan ile te’yid eden ve İslâm câmiasından ayrılmaya asla tahammül edemeyen Kürtleri” Türklerden ayırmaya uğraşanların “mutlaka mahsus maksatlar” dediği özel sinsî maksatlarla hareket ettiklerini belirtir. “Ayrılık meyli öyle bir büyük günâhtır ki, hürriyetin bahşettiği bütün iyiliği ve umumî menfaati hiçe indirir” diye ikaz eder. (Kürdler ve Osmanlılık, İkdam, 7 Mart 1920; Eski Said Dönemi Eserleri, 106-107) Irkî siyasî kulüplerin ve etnik temele dayalı partilerin “ittihad-ı millî” denilen millî birlik ve bütünlüğü bozacağını belirtir. Ona göre etnik siyaset, “Onüç asır evvel ölmüş câhiliye âdeti ırkçılığı hayata geçirmekle fitneyi uyandırır. Cennet vatanı cehenneme çevirir.”  (a.g.e.)
Bediüzzaman, hak ve hürriyetlerin geliştirilmesini, demokratikleşmenin yaygınlaştırılmasını, maddî ve mânevî kalkınma ve yerinden yönetimle mahallî idârelerin güçlendirilmesini savunur. Ancak etnik ve diğer farklılıkları istismarla, “muhtariyet/özerklik maskesi” altında ülkeyi parçalara ayıran bayat bir ecnebî projesinden de sakındırır. Bunun en başta Kürtleri perişan edeceğini bildirir.
Kur’ân’daki “teârüf ve teâvün” düsturuyla “insanların millet millet, tâife tâife, kabile kabile yaratılması”nın hikmetinin, birbirlerindeki sosyal hayata ait münâsebetleri bilmeleri, yekdiğerini tanımaları ve birbirlerine maddî ve mânevî yardımları için olduğunu tefsir eder. Birbirlerini inkâr ve husûmet için olmadığını belirtir. (Hucûrat Sûresi, 13)
Bunun içindir ki başta Türkler ve Kürtler ve bu vatanda yaşayan bütün unsurlar, kısacası Bediüzzaman’ın tâbiriyle “bu vatan evlâdları, topyekûn olarak birlik ve bütünlükle mükelleftirler. Herkese kâfi gelen ittihadı, birlik ve beraberliği tesis edecek millî muhabbetle vazifelidirler.”
Bediüzzaman’ın tahliliyle, “Kâbe hükmünde olan iman” ve “Uhud dağı büyüklüğünde olan İslâmiyet” başta olmak üzere, bu ülkenin vatandaşları birbirlerine binlerce mânevî kuvvetli bağlarla bağlıdırlar. Bu güçlü vatandaşlık ve kardeşliği hiçbir ırkî ifsad bozamaz.
Bu açıdan, âyetin tefsiriyle Bediüzzaman, “Yaratıcıları bir, Peygamberleri bir, Kitapları bir, kıbleleri bir, vatanları bir, bayrakları bir, binler adedince bir bir… Bu bir birler, uhuvveti (kardeşliği), muhabbeti (sevgiyi) ve vahdeti (birliği, beraberliği, bütünlüğü) iktiza ediyorlar (gerektiriyorlar)” Kur’ânî çağrısında bulunur. (Mektûbat, 310-311)

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*