O, “Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam” diyen bir hürriyet aşığı idi. Fakat ömrü memleket zindanlarında, sürgünlerde sürekli tarassut altında geçmişti. Bütün menfi şartlara rağmen “Ben kaderin mahkûmuyum” diyerek müsbet hareket yolunu benimsemiş ve zindanları ‘Medrese-i Yusufiyye’ haline çevirmişti.
Ona göre; Cenâb-ı Hakk’ın Rahman ve Rahîm isimlerinin tecellisiyle bir ihsanı olan hürriyet-i şer’iye; imanın bir hassası idi.
Hürriyet-i şer’iyenin ise iki tane şartı vardı: Başkasını aşağılayıp küçük görmemek ve zalimler karşısında alçalmamak ve kendini küçük düşürmemek idi. Çünkü iman bağı ile kâinat Sultanına hizmetkâr olan adam, başkasının önünde eğilmez; zorla hükmetmesini, baskı ve zorbalığını kabul etmezdi. Böyle bir istibdada katlanmaya imandan gelen yiğitlik ve cesaret izin vermezdi. Aynı zamanda başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüz etmeyi dahi, o adamın imanından gelen şefkati bırakmazdı.
Onun deyimiyle “Evet, bir padişahın doğru bir hizmetkârı, bir çobanın tahakkümüne tezellül etmez. Bir biçareye tahakküme dahi o hizmetkâr tenezzül etmez. Demek iman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar. İşte Asr-ı Saâdet…” demekti.
Onun düşüncesine göre; istibdadın olduğu yerde, taklitçilik ve taassup ortaya çıkardı. Bu da ilim adamlarının özgürlük alanını kısıtlardı. Taassup ve baskı yüzünden ilim adamları farklı düşünceleri dillendiremezlerdi. İlim adamları fikirlerini dillendiremedikleri zaman, fikir ve düşünce dünyası donuklaşıp matlaşır ve terakki etmezdi. Bu da taassup ve cehalete kuvvet verirdi. Hâlbuki meşverette ve hürriyette, insanlar yanlış da olsa fikirlerini beyan eder, doğru çabuk parlayıp gün yüzüne çıkardı. Hatalı ve yanlış fikirler de düzelme imkânı bulurdu. Fikirler özgürce çarpıştığı zaman, hak ve hakikat daima galip gelip, yanlışları bertaraf ederdi. İlmî baskının; siyasî baskının veledi olmasında ise iktidarı elinde bulunduran siyasî otorite; kendi otoritesini sağlama almak için farklı düşünce ve fikirlerden rahatsız olur ve onlara fırsat vermek istemezdi.
O, günümüz şartlarını sanki bir asır öncesinden imanın nuru ve ferasetiyle gören ve bizleri uyaran bir müceddid idi. Telif etmiş olduğu; çağımızın Kur’ân tefsiri olan Risale-i Nur eserleri; iman zafiyeti içerisinde bocalayan Müslüman milletimizden okunup hayata tatbik edilmeyi beklemekteydi. Çünkü hakikî hürriyet ancak tahkiki imanla mümkün olacaktı.
O, “Cemiyetin, yirmi beş milyon (şimdi seksen milyon) Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur’ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken gönlüm gül gülistan olur” diyen Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri idi.
Kendisini vefatının 57. yılında rahmet, minnet ve hayırla yâd ediyor; Cenâb-ı Allah’tan bizleri sadık bir Nur Talebesi olarak hizmette istikamet üzere istihdam etmesini niyaz ediyorum. Rabbim bizleri Resulü Ekrem Aleyhissalâtu Vesselam Efendimizin (asm) ve aziz Üstadımızın şefaatlerine mazhar eylesin. Âmin.
Benzer konuda makaleler:
- İman ne kadar mükemmel olursa, hürriyet de parlar
- İman ve hürriyet
- Karıncayı gözeten din, benî Âdem’in hukukunu nasıl ihmâl eder?
- Niçin Hür Adam?
- Nasıl hürriyet imânın hassasıdır?
- Karıncayı gözeten bir din, benî âdemin hukukunu nasıl ihmal eder?
- İslâm karıncanın hukukunu dahi muhafaza eder
- Bir masumu öldürmek, bütün insanları öldürmek gibidir
- Bir masumu öldürmek, bütün insanları öldürmek gibidir
- İslâm, karıncayı dahi incitmekten men eder
İlk yorum yapan olun