İntiharın eşiğinde

Sandalyenin üzerine çıktı. Tavana asılı olan ipi kendine doğru kuvvetlice çekti. Sağlamdı. İpin ucundaki ilmeği boynuna geçirdi. Artık sandalyeye bir tekme vurarak amacına ulaşacaktı. Hayattan intikamını alacaktı. Bakalım cesedine ne yapabilecekti? Oysa kendisinde ‘can’ bırakmamıştı. Sürüm sürüm süründürmüştü. İki yıldır işsizdi. Çalmadığı kapı, başvurmadığı işyeri kalmamıştı. Bütün kapılar yüzüne kapanmıştı. Hâlbuki kendisi ne zorluklar çekerek ‘mühendis’ olup çalışmaya başlamıştı. Ama çalışma hayatının altıncı yılında ‘ekonomik şartlar’ gerekçe gösterilerek işten çıkarılmıştı.

İki yıldır elindeki parayla zar zor geçinebiliyordu. Eşine ve çocuğuna çok mahcup olmuştu. Onların isteklerini karşılayamıyordu. Sabahlara kadar uyuyamıyor; düşünceler beynini kemiriyordu. Bir çıkış yolu bulamamıştı. En son hayatına son vermeyi; bunalıp bıktığı bu diyardan böylece kurtulmayı planlamıştı. Tam sandalyeye tekmeyi vuracakken karşı komodinin üzerinde duran kırmızı kitaplar dikkatini çekti.

En sevdiği arkadaşı; Hasan vermişti. Hasan’la okuldan arkadaştılar. Aynı yurtta kalmışlar; okul süresince beraber vakit geçirmişlerdi. Okul bittikten sonra memleketlerine dönmüşlerdi. Hasan da başka bir şehirde iş bulmuş; orada çalışmaya başlamıştı. En son iki buçuk yıl önce görüşmüşlerdi. Hasan, bir vesileyle kendi çalıştığı şehre gelmiş. Buluşup birlikte yemeğe gitmişlerdi. O zaman daha işten çıkarılmamıştı. Birlikte eski günleri yâd etmiş. Güzel vakit geçirmişlerdi.

Gerçi Hasan’da bazı değişiklikler vardı. Sebebini sorduğunda tarikat gibi bir yere girdiğini söylemişti. Gerçi o tarikat değil ‘cemaat’ diyordu. Galiba ‘Asya’ gibi bir ismi vardı. Birden hatırladı: ‘Yeni Asya Cemaati’ demişti. Kendisi bu tip şeylere soğuk bakıyordu. Din ile pek alakası yoktu. Ama Hasan temiz çocuktu. Efendiliği hiç bozulmamıştı. Hatta yüzü aydınlanmış; sanki parlamaya başlamıştı. Bunu kendisine sorduğunda mahcup olmuş; namaz kılmaya başladığını söyleyerek ‘abdest ve namazın alameti’ olduğunu söylemişti.

Hasan gelirken yanında beş, altı adet kırmızı ciltli kitap getirmişti. Bunları kendisine hediye edip okumasını istemişti. Çok ısrar ettiği için kıramayarak almış fakat hiç açıp okumamıştı. Ama okumaya da söz vermişti. Kitapları alıp eve getirmiş; komodinin üstüne koymuştu. Eşine de oradan kaldırmamasını söyleyerek böylece unutmayıp okuyabileceğini ummuştu. Fakat hiç fırsat bulamamıştı. Hele de işten çıkarıldıktan sonra tamamen unutmuştu.

Bu gün de plan kurup kendini asmaya karar verdiğinden hanımıyla çocuğunu alışverişe yollamıştı. Elini çabuk tutup; onlar dönmeden bir an önce işini bitirmeliydi. Fakat Hasan’a da söz vermişti. Mutlaka okumalıydı. Acaba içinde ne yazıyordu? Hem canım birkaç dakikada hemen biraz okur sonra yapacağına devam ederdi. Böylece verdiği sözü de tutmuş olurdu.

Boynundan ilmeği geri çıkardı. Yavaşça sandalyeden indi. Komodinin üzerindeki kırmızı ciltli kitaplardan en kalınını aldı. Rasgele bir sayfa açıp gözüne ilk çarpan paragraftan okumaya başladı: “Bana, ‘Sen şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de, ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!..”

“Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm(bencil) bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, ahiretimi de. Seksen küsur senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı harplerde bir cani gibi muamele gördüm, bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan (insanlarla görüşmekten) men edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere maruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyade, ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni men etmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti.”

Şok olmuştu. Demek kendisinden daha kötü şartlara maruz kalan insanlar da vardı. Üstelik intihar da edememişti. Din izin vermiyordu. Kendisinin dini bilgisi çok az olduğundan bunu bilmiyordu. Şimdi ne yapacaktı? Eşi ve çocuğu gelmeden hemen ortalığı toparlamalıydı. Ne yapacağına sonra karar verirdi.

Sonunda Hasan’ı aramaya karar verdi. İşsiz kaldığını ona hiç söylememişti. Fakat artık söyleyecekti. Telefon açıp yaşadıklarını olduğu gibi anlattı. Hasan çok telaşlanmıştı. Yarın ilk uçakla oraya geleceğini söyleyerek kendisi gelene kadar hiçbir şey yapmaması için söz aldı. Ertesi gün buluştuklarında Hasan’a sarılıp dakikalarca ağladı. Kendini tutamıyordu. Hasan da ağlamaya başlamıştı. “Yahu Hasan seni de derdime ortak edip üzdüm” diye inledi. Hasan sitemkâr bir tavırla: “Öyle ağlamakla falan elimden kurtulamazsın. Bu iki senelik ketumluğunun hesabını daha sonra senden soracağım.” diyerek sakinleşmesine yardımcı oldu. Ne iyi bir dost ve arkadaştı Hasan. Gelirken yanında yüklü bir para getirmişti. Çok ısrar etmesine rağmen parayı almadı. O ailesinin geçimini sağlayacak bir yol arıyordu. Hasan da anlamıştı durumunu. Oturup şartları değerlendirdiler. O sıkıntılı dönemde hiç aklına gelmeyen alternatifleri konuştular. Sonunda binek arabasını satıp bir kamyonet aldılar. Meğer Hasan’ın cemaatından şehir Hal’inde kabzımallık yapan bir esnaf varmış. Beni onunla tanıştırdı. Artık ondan sebze meyve alıp semt pazarlarında satmaya başlamıştım. Bana çok yardımcı oluyor; ne yapmam konusunda bana tavsiyelerde bulunup; koruyup kolluyordu.

Aradan bir yıl geçti. Kazancım çok şükür iyiydi. Hatta yanıma birkaç yardımcı bile almıştım. Beraber çalışıp kazanıyorduk. İşimiz zordu ama en azından işsiz değildik. Hasan beni cemaatıyla da tanıştırmıştı. Artık haftanın belli günlerinde ‘sohbet’lere gidiyordum. Namaza da başlamıştım. Güzel insanlardı. Birbirlerine ‘kardeş’ diye hitap ediyorlardı. Samimi halleri ve ilgileri beni cezbetmişti. Hâlbuki ben onları yıllarca farklı düşünüp; hayalimdeki ‘dindar imajı’yla uzak durmuştum.

Şimdi ‘intiharın eşiği’nden dönmeme vesile olan Bediüzzaman Hazretlerine ve ‘Hasan kardeş’e her namazımda dualar etmekteyim.

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre “2018 yılında 3 bin 161 kişi intihar etti. Bu da her gün ortalama 9 kişinin hayatına son verdiği anlamına geliyor. Yani Türkiye’de her 160 dakikada bir kişi intihar etmektedir.”

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) verilerine göre “Dünyada her yıl 800 bin kişi intihar sebebiyle hayatını yitiriyor. Bu da kırk saniyede bir kişinin hayatına son verdiği anlamına geliyor (10 Eylül 2020).”

İntihar, Allah’ın yaratmış olduğu cana kıymaktır. Bu yüzden de büyük günahlardandır. İnsana canı veren Allah olduğu gibi, onu almaya yetkili olan da odur. İntihar etmenin haramlığı ve ahiretteki tehlikesi ayet ve hadislerle sabittir. Kur’an-ı Kerîm’de şöyle buyurulur:

“Ey iman edenler, mallarınızı aranızda karşılıklı rıza ile gerçekleştirdiğiniz ticaret yolu hariç, batıl yollarla yemeyin. Ve kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah size karşı çok merhametlidir.” (Nisa Suresi, 29. Ayet).

Enes bin Mâlik’ten (radıyallahu anh) nakledildiğine göre, Hazreti Peygamber Aleyhissalatü Vesselam şöyle buyurmuştur:

“Hiçbiriniz başına gelen bir sıkıntıdan dolayı ölümü istemesin. Eğer mutlaka isteyecek olursa, ‘Allah’ım, yaşamak benim için hayırlı olduğu sürece beni yaşat, ölüm benim için hayırlıysa canımı al!’ desin.” (Buhârî, Merdâ,19).

Hüseyin Çetinsoy

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*