Kalbin kirlenmesi ve mühürlenmesi

Çağımız insanlarının çoğu sağlıklı bir yaşamın göğüste bulunan, cismanî mekânik kalbin düzenli çalışmasına bağlı olduğunu düşünürler. Bu kanaât doğru olmakla beraber; insanın gerçek saâdeti, huzuru, rahatı; aslında kalbin manasında saklıdır. Bu da yine imanın, inancın menba-ı ve merkezi hükmünde olan kalb-ı Selim’in sağlığı ile ilgilidir.

Allâh Kur’an’ı Kerim’in çok yerlerinde bu hususu şu şekilde nazara verir: “Belki akılları var ama kalbleri yoktur” (1)buyurmuşur. Burada kalbleri yoktur derken; elbette ki, cismanî, maddi kalbi kasdetmediği gayet açıktır. Maksat, kalbin içinde bulunması gereken manadır.

En başta iman olmak üzere, diğer lâtifeler, manevi duyulardır ki, daha önce de bunun üzerinde durmuştuk. Burada kalb faal, çalışıyor olabildiği halde; öz cevherinde bulunması gereken değerlerden uzaklaşması, hatta bu duygularını kaybedebiliyor olması problemidir. Yani insan görüyor, duyuyor, kalbi vücuda kan pompalamaya devam ediyor ve çarpıyor, lâkin kalbte bulunan o manayı değerlendirme ve idrak etme kabiliyetini kaybetmiştir. Sonuçta bu organların yaratılış amacı da, niha-i noktada yapacağı muhâkeme ile Allâh’ı idrak edebilmektir.

Mesela kalbî duyulardan sezgi, ilham (ön sezi) için insan, Allâh ile mana âleminde bir bağlantı kurduğu zaman meydana gelir. Beynin kompitür ekranına yazılmamış olanlarını hissetme duygusu olan bu ön sezi; insanın iç sıkıntısı veya mutluluk verici bir sevinci sezmesi, hissetmesi; kalbin en önemli faaliyetlerinden biridir diyebiliriz.

Bir olayı gelmezden önce sezme işi, kalb tarafından hissedilir, sezilir ve bu kalbte gerçekleşir. Bu seziş sırrı; aslında kalbin maddesinde bile var olan elekromanyatik kabiliyetten bile daha derin olduğu düşünülen, bir hikmettir.

Herkes zaman zaman bu önsezi duygularına mazhar olabilir. Bu önsezi açık seçik bir şekilde hissedilen ve bilinen bir gerçektir. Önsezi duygusunu hiç bir bilimin inkâr etmesi mümkün değildir. İnkâr etmek bir yana, hayranlıkla izlemesi ve seyretmesi gerekir.

Kalb aynı zamanda insanın psikolojik ruhî iletişimine bağlı olarak da çalışır, performansını ona göre ayarlar.

“Bu küçük insanın, küçücük kalbinde, kâinat kadar bir aşk yerleşir. Evet, kalbin mercimek kadar bir sandukçası olan kuvve-i hafıza, bir kütüphane hükmünde binler kitap kadar yazının içinde yazılması gösteriyor ki; insan kalbi, kâinatı içine alabilir ve o kadar muhabbet taşıyabilir.”(2)

Demek ki ön sezi, kalb ile bağlantısı olan bir antika duygu, büyük İlâhî bir lütuftur. Kalbi suçlamaz, yargılamaz, art niyetsizdir. Daha önce de değindiğimiz gibi kalp, sevgi, şefkat, merhamet gibi duyguların merkezi ve mahzenidir.

Allâh “Ben nurdan bir ev yaptım, insanı içine koydum, bunun adına da kalp koydum” diyor. O evin ise dört kapısı vardır:

Birincisi: İlim.

İkincisi: Hilm (yumuşaklık)

Üçüncüsü: Sabır.

Dördüncüsü: Şükür.

Sen dua ederken; “Ne yüzle istiyorum ki?” Mahcubiyetini yaşarken; Allâh sana, “Ben bu yüzünü de seviyorum.” Diyor. Bu ne güzel sevmekliktir.* *İrfan Yolu, Bektaşi kitabından alıntıdır.

kalp, aynı zamanda. iman ile inkâr ve insanın kavrama ve idrak etme mahallidir. İmanın ilk şartı; kalben tasdiktir. Dolayısıyla hem iman ve hem de inkâr kalbin birer eylemi kabul edilmektedir. Kur’an’da kalbe dair âyetler, hem müsbet ve hem de menfi cihetlerine işaret eder.

Mesela kalbin güzel, olumlu tarafıyla ilgili olarak bir kaç âyet şöyledir:

“İmanın mahalli kalbtir”(3)

“Takvanın mahalli kalbtir”(4)

“Kalblere sekinet, itmi’nan, sebat ve huzur veren Allâh’tır.”(5)

“Hani o, Rabbine temiz bir kalb ile gelmişti.”(6) buyurdu

Kalbin olumsuz yönleri ile ilgili olarak da:

Mesela Allâh Teâlâ; “Allâh onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinin üzerinde de bir perde vardır.”(7)

Ve “Onların kalbleri vardır onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler.”(8) buyurmuştur.

“Akletmek için onlarda kalb yok mu?”(9)

“Kalbi olanlar için, bunda öğüt vardır.”(10) diye buyrulmuştur.

“Kalbleri var ama onunla bir şey anlamıyorlar.”(11)

Diğer yandan;

Bu zikri geçen âyetler, insanın bedensel yönüyle değil, manevi boyutlarıyla da alâkalıdır. Akleden, düşünen, hidayete ulaşan, merhamet ve sevgiyi taşıyan, vahyin ve ilham (önsezin) ın iniş mekânı gibi, olumlu haslet ve duyulara sahip olabilen kalbi körleşen, katılaşan, kilitlenen, mühürlenen, görmeyen, düşünmeyen, kin, öfke, inat, nefret, nifak gibi olumsuz nitelikleri de bünyesinde barındıran, yönlendiren bir yapıya sahiptir. Dolayısıyla hak ve kakikatı görme veya görememe gibi bir harekete sahip olan kalbin, en büyük felaketi onun mühürlenmesidir.

Kur’an’ı Kerim’de 15 âyet kadar kalbin bu duyarsızlığından, mühürlenmesinden bahsettiğini görüyoruz. İnsanların ayrıca kalbleri, iman, marifet, ilim, faziletin de menba-ı’dır.

Kalbin iki yüzü vardır; biriyle hakka, diğeriyle halka bakar. Kalp Allah’ın arşıdır, Bir Kudsi Hadiste: “Yerlere ve göklere sığmayan Allâh, mu’min kulunun kalbine sığmıştır”(12) diye ifade edilmiştir.

Bu hususta Hz. Peygamber: “Bedende bir organ vardır, eğer bu organ iyi, pâk ve nezih ise, bütün beden iyi olur. Eğer o organ bozuk ise, bütün beden bozuk olur.”(13) buyurdu

Bir de kalbin; iman, itmi’nan ve huzur gibi duyguların kaynağı olduğunu ifade eden âyetler vardır.

Allah-u Teâlâ bir âyet-i kerîmesinde, Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) hitaben şöyle buyurmaktadır:

“Sen inkâr edenleri korkutsan da korkutmasan da birdir. Onlar inanmazlar. Allah, onların kalblerini ve kulaklarını mühürlemiş, gözlerine perde çekmiştir. Onlar için büyük bir azap vardır.”(14)

Bu âyet-i kerîmeye tenkit nazarıyla bakan, basit anlayışlı bazı insanlar; “Allah bu adamların kalblerini mühürlemiştir. Bunlar daha nasıl iman ve ibâdet etsinler, hakikatleri görsünler ve işitsinler?” diye bir itirazda bulunabilirler. Hâlbuki meseleyi tefekkür, insaf ve vicdan ölçüleri içerisinde ele alan bir mü’min için, böyle bir iddianın yeri ve imkânı yoktur.

Evvelâ, âyet-i kerîmedeki inkâr etme fiili insanlara; mühürleme ve perde çekme fiilleri ise Cenâb-ı Hakk’a aittir. Bilindiği gibi, ihtiyarî fiillerde Cenâb-ı Hakk’ın iradesi, insanların cüz’î iradelerine taalluk eder. Burada insanlar hür iradeleriyle inkâra sapmakta, Allah da onların kalblerini ve kulaklarını mühürlemekte, gözlerine perde çekmektedir. Dolayısıyla insanların kalblerinin mühürlenmesinde en büyük amil, yine bizzat kendi murat ettiklerinin sonucu olmaktadır.

Allâh Te’alâ, insana bir hürriyet içerisinde hareket edebilmek için kendisine irade denilen, tamamen bağımsız bir kabiliyet ve duygu vermiştir. Kur’an-ı Kerim’de; “O gün onların ağızlarını kapatıveririz. Yaptıklarına dair elleri konuşur, ayakları şahitlik eder.”(15) buyurmuştur. Burada kendisinin hem olumlu, hem olumsuz; hem hayır ve hem de şer, hem iyilik, hem de kötülükleri hususunda, kendi iradesiyle işledikleri, kazandıkları, defterine sevap, hayır, şer veya günah olarak yazılır. Ve bunun üzerinden ya ceza alır veya mükafatlandırılır. Bütün bunlar, kulun kendi tayin ettiği imtihanının sonuçlarıdır.

Allâh kutsal kitaplarda ve bu kitaplarda bulunmayan diğer güzellikleri, Peygamberleri vasıtasıyla kullarına tebliğ eder. Yapıp veya yapmama hususu ise kendi hususi iradesine bağlıdır.

İnsanın işlemiş olduğu her bir günahta küfre giden bir yol vardır. Hz. Peygamber, “Her bir günah kalbte siyah bir nokta bırakır.” buyurmuştur. İşte, günahta ısrar etmek ve devamlı o fiil ve eylemlerde bulunmak, kalbi tamamen karartır. Kara bir tabloya dönüştürür. Günah ve şer denilen şeyler, tamamen hem kendisine, hem sosyal hayatta zararlı olan şeylerdir. Meselâ gerek kadın ve gerekse erkek olsun, hiç fark etmez; eşlerin birbirlerini aldatmaları, zina yapmaları dinen ve ahlâken yasak olması bir yana; ailelerin, yuvaların yıkılmasına; eğer varsa çocuklarının mağduriyetlerine neden olmuyor mu? Hakeza insanın içki içmesi, uyuşturucu kullanması, hem kendisine zarar ve hem de ailesine zarar verdiği cihetle yasaklanmış, günah ve şer addedilmiştir.

Hele hele hırsızlık yapmak, görünürde kendi menfaatine bir fiil gibi görünse de; kul hakkını ihlâl olduğundan; büyük günah kabul edilmiştir ve kalblerde de büyük kara lekeler iras eder.

Kur’an’ın ifadesiyle, hırsızlığı devlet hazinesinden (beytü’l-maldan) yapan bir kişi için, bu katmerli bir günah olarak kabul edilmiştir. Zira bu hazine malı, umum insanların verdikleri vergilerden oluşmaktadır. En küçük memurdan, en tepedeki büyük makam sahiplerine kadar; hangi yol ve yöntemlerle olursa olsun o maldan çalar ve aşırırsa, kendi hür iradesiyle işlediği bu büyük günah, kalbinin mühürlenmesine kadar insanı sürükleyebilir.

Allâh “iyilik yapın, hayırlı işler yapın” der. Elbette Allâh, haşa gidin hırsızlık yapın, kul hakkına girin demez. Tam aksine insanı hırsızlık yapmaktan şiddetle men eder. Bu konuda verilen ve verilecek olan ceza; kendi hür iradesiyle yaptıklarının sonucu olarak Allâh verir. Bu şer ve günahlarda ısrar ederse eğer; kalbinin mühürlenmesine de, yine kendisi neden olur.

İlgili ayette Âllâh Teâlâ, “Kim emanete (devlet malına) hıyanet ederse; kıyamet günü, hainlik ettiği, çaldığı şeyin günahı boynuna asılı olarak gelir.”(16) buyurmuştur.

Ben kurum amirliği yaptığım için kul hakkı nedir, kul hakkına nasıl girilir? çok iyi bilirim. Örneğin bir okul onarımı 100 liraya yapılabilirken; bir takım fesat yollardan, değişik yöntemlerle sen, 500 liraya mal edersen, fazlalık olan o, 400 lira hırsızlıktır, kamuyu zarara sokmaktır. Bir hastahane 3 milyona mal edilebilecekken, sen kalkıp bütün ilgili taraflarla anlaşarak müştereken devlet malından, 15 milyon tahsil edersen; o fazlalık kul hakkıdır. Bu tarz haksız kazançlar, o ülkenin nüfusu adedince kul hakkına girmek demektir. Takdir edersiniz ki, bu durumda helâllık almak da mümkün değildir.

Kıymetli dostum!

Devlet hazinesi yani “beytü’l-mal” insanların ödedikleri vergilerden oluşur. Marketten bir kalem alıyorsunuz, onun KDV sini, yani vergisini ödemek zorundasınız. Şu anda hemen hemen herkesin üzerinde taşıdığı cep telefonlarının vergisi vardır. Dolayısıyla kamudan çalmak, an itibariyle 85 milyon insanın hukukunu gasbetmektir. Buna istinaden, Allâh Te’alâ bir Kudsi hadiste; “Bir insan bana bütün Peygamberler kadar kulluk etse; ancak kul hakkıyla huzuruma gelse, onu affetmem” buyurmuştur.

Burada kısaca şunu da ilâve etmemde fayda vardır. Kul hakkı derken, sadece maddi, ekonomik, parasal konular anlaşılmasın. Elinde güç kuvvet varken, İnsanlara zulmetmek, işkence yapıp ezmeye çalışmak, taciz etmek, iftira atmak, namusunu kirletip payimal etmek ve hakketmediği bir takım suçlarla ceza vermek ve benzeri daha nice haksızlıkları irtikap etmek en ağır kul hakkı ihlâlleridir.

Bütün bu kul hakkına girmek ve Allâh katında da en ağır suç kabul edilen büyük günahları işlemek karşısında, tüylerin diken diken olması gerekirken; insanlar çok rahat görünmektedirler.

Hz.Peygamber bir hadis-i şeriflerinde meâlen şöyle buyurmuştur: “Başta bir günah işlendiğinde, kalbte siyah bir nokta oluşur. Eğer sahibi pişman olur Tövbe ve istiğfar ederse kalp yine parlar, şayet etmez ve o günahta ısrar ederse, o lekelerde artar. Nihayet o lekeler arta arta öyle bir raddeye gelir ki, bir örtü gibi bütün kalbi kaplar.

İşte bu ağır suç ve günahları işleyenlerle ilgili olarak Kur’an Kerim’de

“Hayır! Bilakis onların yaptıklarından dolayı kalbleri pas tutmuştur.”(17)

buyrulduğu hal budur.

Yukarıdaki ayetlerde ifadesi bulunan kalbin mühürlenmesi de bunu izah eder.

O günahlar, başta verniklenmiş cilalı bir yüzeye dökülen ve silinmeye kabil bir mürekkep lekesi gibi iken; bu günahlar artık hayatının ayrılmaz bir parçası olarak devamlı işlenir ve bir alışkanlık haline gelmişse; kişi o temiz fıtratına muhalif olarak artık ikinci bir şahsiyete dönüşmüş demektir. O lekeler ne silinir, ne çıkar ve o zaman ne iman yolu kalır, ne de küfürden kurtulmaya çare. İşte bu kalbin mühürlenmesini kesbedip hak eden kul iken; bunun yaratılması da Allâh’tandır.(18)

Evet bu kul hakkının dışında, her biri yine kalbte kara bir nokta bırakan, leke oluşturan diğer şahsi günahlar olan içki içmek, zina yapmak gibi suçlar; Allâh Te’al’anın affına Mazhar olabilecek günahlardır. Bir insan bu yaptıklarından pişmanlık duyar ve dönerse ve akabinde de iyiliğe yönelirse, Allâh affeder. Hatta Allâh Kur’an’da kendilerine şu müjdeyi bile vermiştir: “Ancak iman edip Tevbe edenler (pişman olanlar) iyi davranışta bulunanlar başkadır! Allâh onların kötülüklerini iyiliklere (yani seyyiatlarını hasenata) çevirir. Allâh çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir”(19)

Bu İlâhî telöransın emsali dünyada yoktur. Yani geçmişte yaptığı kötülüklerden pişmanlık duyar ve dönerse; o kötülükleri, defterine iyilik olarak yazmaktan daha büyük bir ödül düşünülebilir m?

Ama kul hakkına girenler, bu günahları işleyenlerin her bir fiilleri yüreklerinde silinmez, kalıcı bir kara leke oluşturduğundan, kendi isteği ve iradesiyle bunları yaptığından dolayı kalbleri tamamen kararır ve artık dönüşü olmayan bir yola girdiğinden; kalbi Allâh tarafından mühürlenmiş olur. Ve Allâh, “Bunların dönüşü yoktur.” der.

Allah kullarına irade yani seçme ve ihtiyar etme kabiliyeti vermiştir. Her insan bu kabiliyetini güzelce istimal etmeye de etmemeye de serbest bırakılmıştır. Cenab-ı Hak her kulun bu istidadını bu dünyada ne surette kullanacağını ezeli ilmi ile bildiğinden ona göre hüküm vermiştir. Bu ezeli kanun, kulların kendi irade ve ihtiyarlarına göre tecelli etmektedir.

Bir insan çıkıp da madem Allâh benim kalbimi mühürlemiş, bana o günahları takdir etmiştir. Benim bu ettiklerimde herhangi bir kabahatim, suçum söz konusu değildir diyebilir. Bunun gibi söz ve iddialar; yaptığı suçların sorumluluğundan kurtulmak ve o suçu Allâh’a isnat etme çapalarından başka bir şey değildir.

Bunun böyle olmadığı insanların bu dünyada kurdukları âdalet sistemlerinden de kolaylıkla anlaşılabilir. Örneğin, masum bir insanı haksız yere öldürmenin cezası kanunlarda belirtilerek tescil edilmiştir. Bu fiilin, yani insan(lar)ı katletmenin ceza-i müeyyidelere tabi olduğunu herkes bilir.

Bir katil, hakim huzuruna çıkarılıp yargılandığı zaman; o hakim daha önce hazırlanmış ve önüne konmuş o kanunlar çerçevesinde suçun da konumuna ve evsafına uygun bir şekilde cezasını verir. O katil, kendi hür iradesiyle işlediği o cinayetini hakimin üzerine atıp; “Hakim kanunlarda belirtilen, tescil edilen müeyyidelerden dolayı, ben bu suçları işlemiş bulunuyorum. Benim bu suçlarda herhangi bir dahlim, kabahatim yoktur tahliyemi, serbest bırakılmamı talep ediyorum” diyebilir mi? O katledilen kişi veya kişilerin hukuklarının zayi olması ve ihlâli olmaz mı? Hakikat şudur ki; bu geçici dünyada da haklıya hakkı ve haksıza da cezasının verilmesi adalet iken; âdalet-i Kübra denilen gerçek âdaletin uygulandığı ve zerre miskâl hayır ve şerrin zayi olmadığı ve en ince muhasebenin icra edildiği o makamda, haksızlara hak ettikleri ceza ve haksızlığa uğrayanların da, haklarının iadesi ve mükâfatlarının verilmemesi azim bir cinayet ve haksızlık olmaz mı?

Bu büyük mahkemenin icra edildiği sonsuz ahiret hayatının olmaması mümkün müdür? Bu muhasebe ve muadelenin olması aslında bütün insanlar için, özellikle mazlumlar için elzemdir ve büyük bir teselli kaynağıdır.

Sonuç olarak kişi şer ve kötülükler içinde bocalayıp duruyorsa; “Kötülüğün neresinden dönülürse kârdır” şiarıyla; bunlardan bir an önce kurtulmaya ve iyi bir insan olmaya çalışmalı ve gayret göstermeli. Ve kendisine ait yaptığı şeyler hususunda; bir dönüş ihtimalini de hesaba katarak; “KENDİM ETTİM, KENDİM BULDUM” demeli.

Dipnotlar

(1) A’raf 7/179
(2) Said Nursî, 11. Lem’a, s.58
(3) el-Hücurat 49/17-14. el-Mücadele 58/22
(4) el-Hacc 22/32
(5) el-Bakara 2/260. Âl-i İmran 3/103. el-Hadid 57/27
(6)Saffat 37/84
(7) Bakara 2/7
(8) A’raf 7/179
(9) el-Hacc 22/32
(10) Kaf 50/37
(11) A’raf 7/179
(12) İbnü’l Arabî, el-Fütuhatü’l- Mekkiye 1. 101-102. Aclunî, 2, 99-195
(13) Buharî, iman, 39. Müsakât, 107
(14) Bakara 2/6-7
(15) Yasin 36/65
(16) Âl-i İmran 3/161
(17) Mutaffifin 83/14
(18) Elmalılı Hamdi Yazır. Hak Dini Kur’an Dili. Cilt.1 s.214
(19) Furkan 25/70

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*