Ölüm bir anda gelir…

Meşhur gazeteci Mehmet Ali Birand’ın ‘ani’ ölümü medyanın gündemine yerleşti. Perşembe günü öğle saatlerinde Birand’ın ‘beyin ölümü’nün gerçekleştiği duyuldu. Hemen ardından bu haberin doğru olmadığı, Birand’ın ‘yoğun bakım’da ve durumunun kritik olduğu duyuruldu.

Ölüm haberinin duyulup yalanlanması arasında geçen kısa sürede medya kötü bir imtihan verdi. “Haberi en önce ben vereyim” yarışının sebep olduğu yanlışlar, Birand’dan önce medya ahlâkının ölmesine sebep oldu. Sanal âlemde herkes “tweet” atarken biz de “Her canlı ölümü tadacaktır. Allah sonumuzu hayr eylesin” notunu düştük. Daha sonra Birand’ın (o saat itibarıyla) ölmediği ve yoğun bakımda olduğu anlaşıldı. Bir ‘takipçi’ arkadaşımız, “Ölmemiş:)” notu düşerek bizi ikaz etti. Biz de “Bugün değilse yarın, bir gün mutlaka ölmeyecek miyiz?” dedik ve aradan saatler geçince Mehmet Ali Birand’ın ölüm haberi “resmî” olarak ilân edildi.

Mehmet Ali Birand’ı şahitlik edecek kadar tanıyan biri değiliz. Bir iki ‘basın toplantısı’nda bulunmuşluğumuz vardır. Zaten yazdıkları ve eserleriyle kamuoyunun önünde olan bir isimdi. Bu noktada söz hakkı, onu yakından tanıyan çalışma arkadaşlarındadır.

Ancak asıl konuşmamız gereken şey “ölüm hakikati”dir. Birand’ın ölüm haberini bu şekilde değerlendirmek, hepimizin sevk olacağımız yer olan “ahiret hayatı”nı merak etmek gerekmez mi? Bakın, Birand da bir anda öldü. Neticede ölüm, bir anda gelir kapımıza. Kimin nerede ve ne zaman öleceğini hiçbirimiz bilemeyiz. Ama öleceğimizi hepimiz biliriz. Biliriz, ama bilmezden geliriz. Peki buna rağmen “ölmeyecekmiş gibi” dünyaya dalmak, hayatın gerçeklerinden uzak durmaya çalışmak niçin?

Halimiz, avcıyı görüp de kaçamayan “deve kuşu” misâli gibidir. Malûm, deve kuşu avcıyı görür, uçamaz, kaçamaz; çare olarak başını kuma gömer… O avcıyı görmeyince, avcının da onu görmediğini düşünür. Ne kadar temelsiz bir düşünce değil mi? Ölüm hakikati karşısında, ama başımızı “dünya meşgalesi, geçim derdi” kumuna sokmuş vaziyetteyiz. Güya dünya işleriyle meşgul olunca, ölümü düşünmeyince; ölüm de bizi görmeyecek, bizi avlamayacak! Ne kadar temelsiz bir sığınak, değil mi?

Birand’ın ölümü sonrasında özel programlar yapan ‘mesai arkadaşları’nın konuşmalarında ve gündemlerinde böyle bir konu görmedik. Ölüm gerçeğini sadece hatıralar anlatarak görmezden gelebilir miyiz? Bu ve benzeri ‘meşhur’ların ölümleri ölüm gerçeğini gündeme taşıması bakımından uyarıcı olmalı.

Nedense bizdeki meşhurlar ekseriyetle ölümü önceden düşünmek, konuşmak ve tartışmaktan uzak durmayı tercih eder. Konu açıldığında, “Şimdi bunun sırası değil, moralimizi bozma” demeyi tercih ederler. Bunun en çarpıcı örneğini İstanbul, Zincirlikuyu Mezarlığı girişinde yazan âyet-i kerime mealine gösterilen tepkide görmüştük. Mezarlık girişinde “Her canlı ölümü tadacaktır” yazıyordu ve bu durum bir anda medyanın gündemine yerleşmişti. Sebebi ise çok bilindikti: “Sabahları işe giderken bu yazıyı okuyunca moralimiz bozuluyor, ölümü hatırlamak çalışma şevkimizi bozuyor!”

Medya, bir süre “Ölümü hatırlamak ve hatırlatmak insanın moralini bozar mı? Mezarlığın önünden geçmek çalışma verimini düşürür mü?” sorusunu tartıştı. Neticede “uzman”lar çıkıp mezarlığın girişinde yazan yazının bir âyet-i kerime meâli olduğunu izah etti de ancak itiraz sahipleri sakinleşti.

Evet, ölümü hatırlamak ve hatırlatmak “boş emel”lerle uğraşan insanı uyandırır ve ikaz eder. Hatırlanacağı üzere Hz. Ömer (ra), sırf ölümü hatırlatması için birini ücreti karşılığı görevlendirmiş. Ne zamana kadar? Başındaki kıllar beyazlayıncaya kadar. “Artık hatırlatmaya gerek yok, çünkü başımdaki beyaz kıllar bana her gün ölümü hatırlatıyor” demiş.

Ölümü hatırlamak ve hatırlatmaktan korkmayalım. Meşhurların ölümleri de öldürülmesi mümkün olmayan ölüm hakikatini görmek için fırsat olsun. Hepimiz için geçerli olan soru şu: Ölüme hazır mıyız?

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*