Yeryüzünün reçetesi Muhammedî (asm) muhabbet

Var olan her şeyin yöneldiği nihaî nokta birlik, belirli bir sürecin ardından bütünleşme ya da bütünlük adına yok olmadır. Ancak bütünleşme noktasına gelmeden önce bir müddet farklılaşma, daha sonra bütünleşme kesret âleminin bir gereği olmalıdır. Farklılaşma yaşadığımız âlemin fıtrî bir sürecidir. Vücut bulan her şeyde bir farklılaşma ve kimlik oluşturmak süreci gözlenmektedir. Bu canlı ve cansız bütün varlılarda konumuyla bağlantılı bir şekilde hep vardır.

Bütün varlıklar, fıtrî olarak bu farklılaşma sürecinin ardından bütünleşme ve organizasyon süreci yaşarlar. Mülk boyutunda, kâinatın yaratılışı, gezegenler ve yıldızlarla galaksilerin oluşumu, dünyanın oluşumu ve dünyadaki bütün canlı bedenlerin vücuda gelmesi hep farklılaşmayı takip eden bütünleşmeler ve organize oluşlar şeklinde yaratılmaktadır. Dünya coğrafyasını oluşturan farklı ırklar, kültürler, millî kimlikler, coğrafyalar ve dinler bu farklılaşma sürecinin sosyal hayata yansıması olmalıdır. Aynı şekilde bu günlerde dünya gündeminin başlarında yer alan Avrupa Birliği ve küreselleşme gibi olaylar sosyal hayatta artık farklılaşma sürecinin yerini organize olma ve bütünleşme sürecine bıraktığının işaretleri olmalıdır.

Farklılaşma aslında bir tür kimlik oluşturmadır. Kimliğini sağlam bir şekilde oluşturmuş ve özgüven kazanmış fertler diyalog ve bütünleşmeye karşı olmayan, hatta bilâkis taraftar olan bir tavır sergilerken, kimliğini netleştiremeyen her unsur diyaloglara kapalı, muhafazacı ve marjinalleme eğiliminde bir tavır ortaya koyar. Diğer unsurlarla bir araya gelince kendi kimliğinin zarar göreceği veya kaybolacağı endişesi ile içe kapanmış ve kendi içinde tanımlanmış bir kimlik oluşturma eğilimindedir. Bu halin psikodinamik alt yapısında güvensizlik, kendinden emin olamama, benliğini zayıf görme gibi haller yatıyor olmalıdır. Oysa iyi tanımlanmış kimlikler bir bütünün ve organizasyonun parçası olmaya aday ve kendi kimlikleri ile bütünün içinde yer alabilecek kadar kimliklerini netleştirmiş, kaybolma, bütün içinde yok olma endişesi taşımayan bir haldedirler. Kısacası, kimliğini iyi ve sağlıklı tanımlamış her unsur artık diyalog ve bütünleşme şeklindeki fıtrî sürece adaydır. Bundan sonra, kaybolma ve yok olma endişeleri ile kendi alanını iyice belirginleştiren ve içe kapanan bir sürece girme ihtiyacı hissetmez, sağlam bir benlik oluşturmanın verdiği emniyet hali vardır.

Dünya açısından düşünüldüğünde de artık bütünlük ve organize olma zamanının geldiği hissedilmektedir. Aslında yeryüzünde yaşayan her ferdin aradığı huzur, mutluluk, barış ve refah içinde bir dünya. Bu Amerika’da, Afrika’da, Asya’da dünyanın her yerinde yaşayan fertlerin ortak arayışı. İnsanlık tarihi “Sadece ben mutlu ve huzur içinde olayım” anlayışının beklenen sonuçları doğurmadığını bir ferdin mutluluğunun dünya genelindeki mutlulukla çok ilgili olduğunu ortaya koymaktadır. Dünya genelini nazara almayan yaklaşımlar çözüm getiremeyecek, menfaat çatışmalarını ve savaşları engelleyemeyecektir.

Dünyada ve insanlık içinde mutluluğun ve her yönü ile bütün zamanları kuşatan refahın ana kaynağı nübüvvet olmalıdır. Gerçek mutluluk ancak nübüvvet silsilesi etrafında halka olmakla mümkün olacaktır. Aslında bu hal karmaşa içerisinde ve bölük pörçük olarak şu an yeryüzünde var gibidir. Dünyadaki her topluluk nübüvvetin belirli bir boyutunun etkisi altındadır. Şu noktada ise taşların yerli yerine oturtulması ve nübüvvet silsilesinin ahengi içerisinde insanlığın gerçek mutluluk kaynağı olan bu kaynakla irtibat zamanı gelmiştir. Bu kaynağın ahengi ve gerçek nizama uygun tertibi ise Mi’raç ile Âlemlerin Rabbi tarafından netleştirilmiş ve bu hakikat nübüvvetin farklı pek çok kaynağı ile desteklenmiştir.

Bu noktada insanlık vahyin sesine kulak vermeli Hazret-i İsa (a.s.), Hazret-i Musa (a.s.) ya da nübüvvet silsilesinin herhangi bir halkasına tabi olmakla birlikte Hazret-i Muhammed (asm) etrafında kenetlenmelidir. Dünyanın çıkış yolu, hem dünya hem ahiret hayatında gerçek refahın kaynağı bu olmalıdır. Çünkü Muhammedî hakikat İsevî ve Musevî hakikatleri de kuşatmaktadır. Bütün dünya buna bir inansa hayat gerçekten bayram olacak ve yeryüzü mutlu bir yuvaya refah içinde bir köye dönüşecektir.

Bu gün Hıristiyan ve Musevî olanlardan bu hakikati hissetmiş ve Muhammedî (a.s.m.) hakikat etrafında kenetlenmeyi bir görev sayan pek çok din ve bilim adamı, kısmen de siyaset adamı yer almaktadır. Tevhid ve bütünleşme yönündeki fıtrî gidişe engel olmak isteyenler ancak benliğin ve siyasî mülâhazaların etkisi ile barıştan ve mutluluktan çok kendi hakimiyetlerini isteyenler olmalıdır. Ancak bu kimselerin İslâm âlemine yönelik saldırıları ya da hakaret içeren sözleri kendi saflarındaki tevhid ehlinin işlerini de zorlaştırmaktadır. Bu kişilerin karşısında yer alırken onların bulunduğu topluluk içinde yer alan tevhid ehlini, yani insanlık âleminde bütünleşmeden yana olanları rencide etmemek gerektir. Bu geleceğin Muhammedî (a.s.m.) hakikat etrafında bütünleşmiş ve küresel Asr-ı Saadeti yakalamış dünyası için gereklidir. Bu noktada muhabbet fedaileri olan Nur talebeleri bilmelidir ki, topyekûn barışı ve huzuru yakalamış bu dünyanın çimentosu Risâle-i Nur olacaktır. Artık bunun pek çok emaresi de ortaya çıkmıştır. Bu anlamda geçmişte ülke içinde barışın ve bütünlüğün muhafızı olma misyonlarını, bundan sonraki dönemde dünya genelinde yürütmekle yüz yüzedirler. Bu sebeple en kısa zamanda kendi aralarındaki dargınlıkları, ayrılıkları, küskünlükleri ortadan kaldırmak ve bir vücudun azaları olma şuuru ile bütünleşmek zamanıdır. Bu bütün dünyanın ve tevhid için duâ eden meleklerin, dolayısı ile kâinatın tamamı ve bütün âlemlerin Nur talebelerinden beklentisi ve onlar üzerindeki hakları olmalıdır. Hazret-i Ali (r.a) ve Gavs-ı Azam’ın (k.s.) zaman ve mekânlar ötesi himayelerinin gerisindeki önemli sırlardan biri de bu olmalıdır. Bu varlık âlemini nur-u Muhammedi (a.s.m.) ile kuşatan ve kâinatın tamamı ile alâkadar olan Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) büyük bir iştiyak ile beklediği ve mübarek yüzündeki tebessümü arttıracak bir hal olmalıdır. Ümmeti için her şeyi fedayı göze alan o zatı (a.s.m.) üzmek tüyler ürperten bir hal olmalıdır. Bunları düşünüp de titrememek ve hâlâ kısır çekişmeler uğruna birlik ruhunu varlık alemini kuşatan Muhammedi (a.s.m.) muhabbeti hissetmemek mümkün mü?

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*