23 Mart Bediüzzaman Sadi Nursi’nin vefat yıl dönümü

Bu gün “Nevruz” baharın ilk günü sayılan ve Güneş’in Hamel (Kuzu) burcuna girdiği 22 Mart’a rastlayan ilk gün. Bu gün aynı zamanda, gece ile gündüzün müsavi (Eşit) olduğu gündür.

Allah (cc) bu baharımızı, gerçekten bir Nevruz-u bahar eylesin. Vaki olan deprem ve ardından meydana gelen sel felâketlerinin yaralarının tez elden sarılmasına da vesile kılsın.

2023 yılının 23 Mart günü mübarek Ramazan ayının başlangıcı. Tutulacak oruçların da ilk günüdür. 23 Mart aynı zamanda, çok güzel bir tevafuk (rastlantı) eseri olarak, Bediúzzaman’ın vefatının yıl dönümü. Bu vesileyle, asrımızın büyük alimi, mütefekkir Bediüzzaman Said Nursî’yi rahmetle, şükranla yad ediyoruz. Aziz ruh-u şad olsun.

Bediüzzaman’nın ismi anılınca; tarihe mal olmuş, ender rastlanan, haşmetli bir şahsiyet olarak karşımıza çıkmakta.

Yine Bediüzzaman; yerine göre mütevazi ve mahfiyetkâr, zalimlere karşıda hak ve hakikati pervasızca haykıran bir kahraman.

Rusya’da esir kampında iken, teftişe gelen Rus ordularının baş komutanı Nikola Nikoloviç’e karşı herkes ayağa kalkmış iken; O ayağa kalkmayarak hem izzet-i ilmiyesini ve hem de şehamet-i imanını korumuş, cesareti pek, haşmetli bir adam.

Bilahere meselenin iç yüzünü öğrenen Nikoloviç’ın takdir, hürmet ve sevgisine mazhar, mahbub-u kulup olmuş bir sevgili.

Yine Bediüzzaman; savaş meydanlarında, düşmanın korkulu rüyası olmuş bir şahin şah, bir Esedüllâh, bir aslan.

Bazen ülemâ meclislerinde, kendisine zamanın garibi, acip ve benzeri bulunmayan anlamlarına gelen “Bediüzzaman” unvanı verilen, eşsiz âlim.

İlmî münazaralarda karşısına çıkmaya cesaret edilmeyen bir müceddid.

Üç devir yaşamış bir insan. Bunlar: Saltanat, meşrutiyet ve Cumhuriyet.

Edgar Allan Poe’nın, “Duyguların aşırı güçlü oluşunu delilik zannediyorsunuz.” Sözü adeta Bediüzzama’nın yapısını ve mizacını ifade etmektedir. O’nun ateş pare aşırı zekâya malik olması, Sultan Abdülhamit döneminde akıl hastahanesine gönderilmesine neden olmuş ise de, hastahane tabibi ilgili rapora: “Eğer bu zat deli ise, dünya’da akıllı insan yoktur.” ifadesiyle fevkalade zekasına işaret etmiştir.

Said Nursi bir dava adamı, sağlam çelik bir irade, taviz vermeyen bir mizaç. Fikirlerini pervasızca korkmadan her mahfelde, her mekânda ifade eden, hasseten zalimlerın hünharlığını suratlarına çarpan bir mücahid.

Hakkında çok şey söylendi, nice iftira ve hakaretlere maruz kaldı. Devrin Ceberrutları, Firavunları, tiranları O’na çok eziyetler ettiler, zulümler reva gördüler. 30 yıl zindanlara attılar, il’den il’e sürdüler, terassud altına alarak, gece-gündüz takibata aldılar. 20. Sefer zehirlediler, ama inayet-i İlâhiye imdada yetişti ve her defasında ölümden döndü. Bütün bu reva görülenlere karşı, O hep Taif’te taşlanan kan revan içerisinde bırakılan şanlı Nebi gibi, kahırla değil, tahammül ve sabırla mukabele etti.

Bu gün 6000 bin küsur sahifeden müteşekkil 130 adet kitabı ve eserleri, 50’nin üstünde yabancı dile çevrilen, hakkında Doktora ve master tezleri yazılan, fen ilimleri ile din ilimlerini mezceden, yakın tarihimizin en müstesna, fedakar aksiyon ve dava adamını her yönüyle, özellikle genç nesillerimize tanıtmayı önemli bir görev addediyoruz.

Bu girizgahtan sonra müsadenizle kısaca kronolojik tarzda hayat hikayesine bir göz atalım.

1878.

Bitlis Hizan kazasına bağlı Nurs köyünde dünya’ya geldi.

1892.

Normal şartlarda 15-20 yıl süren medrese eğitiminde okutulan 90 temel kitabı 3. Ay gibi kısa bir zamanda hıfzına aldı. Girdiği ilmi tartışmalarda dehâ, zekâ ve hıfzındaki harikulade ilminden dolayı dönemin alimlerince kendisine Bediüzzaman unvanı verildi.

1897

Van’da açtığı Horhor Medresesinde klasik eğitimi bırakarak, talebelerini zülcenaheyn manasına talim ve terbiye etmek üzere, hem fen ve hem de dinî ilimleri bir arada okuttu.

Takip ettiği bu usûl ve metod sayesinde, büyük oranda amacına ulaştı diyebiliriz. Te’lif ettiği eserler külliyatıyla, bu anlamda nice ilim irfan sahibi münevver insanlar yetişti.

1908.

Gazetelerde Hürriyet ve Meşrutiyet’e taraftarlık manasına makaleler yazmaya başladı. 27 Temmuz’da İstanbul’da, daha sonra Selânik meydanında Hürriyete Hitap nutkunu okudu. Nutuk isimli kitabı yayınlandı.

Burada Meşrutiyeti; Demokrasi ve Cumhuriyet, yani halkın hür iradesine ve seçimine dayanan idarî sistem ve rejim anlamında anlıyoruz, biliyoruz ki, öyledir.

1909.

31 Mart Vak’asına karıştığı iddiasiyla tevkif edildi. Divan-ı Harb-î Örfi’de (o zamanın DGM) yargılandı. Yargılama esnasında fevkalade bir cesarete sahip olduğunu görüyoruz. Mahkeme reisi Hurşid Paşa, dar ağaçlarında idam edilen 13-14 kişinin yanı başlarında, asılacak adam için hazırlanan boş sehpayı da göstererek, peşinen O’nun da idam edileceğini ihsas eder. Paşa idamla yargılamaya başlar ve bununla ilgili biraz da hakaretamiz soruları tevcih edince, Bediüzzaman: “Paşa Paşa! senin gözlerini muvahiddin’in kalemlerinin uçlarıyla patlatırım. Senin vereceğin idam kararı benim için bir terhis teskeresidir. Benim yakinim odur ki, kabrin ön ciheti azab arka ciheti rahmettir. Kabre gülerek girmesem namerdım.” diyerek, adeta mahkeme reisi ile yer değiştırmişcesine; reis yerinde titremeye başlar ve beraat kararı verir.

Bunun akabinde Bediüzzaman teşekkür yerine Paşa’ya dönerek: “ZALİMLER İÇİN YAŞASIN CEHENNEM.” nidalarıyla oradan ayrılır.

1915.

Osmanlı Harbiye Reisi Enver Paşa’nın talebi üzerine gönüllü milis alay kumandanı olarak, harbe iştirak eder.

Cephede İşaratü’l-İcaz adlı eserini arapça olarak telif eder. Bu kitap belki de tarihte bir ilk olarak, savaş cephesinde ve siperde yazılan kitap unvanına sahiptir.

1916.

Bitlis savunmasında yaralanarak Ruslara esir düşer. Bunun üzerine 2.5 yıl Rusya Kostroma’da esir kampında esirler arasında kalır. Bir müddet sonra, gerçek şahsiyetiyle tanınıp bilindiğinde; artık son derece saygı ve hürmetle karşılanmaya başlar. Hatta derslerini vermeye izin verilip, gerekli imkânlar dahi sağlanır.

Esaretten dönüşü gazete manşetleriyle halka duyurulur. Enver Paşa’nın teklifi ile kendisine “GAZİLİK PAYESİ İLE HARP MADALYASI” Verilir.

1922.

1922 yılında, başta Mustafa Kemâl olmak üzere, üst kademe yöneticilerin ısrarı ile Ankara’ya davet edilir. Mecliste kendisine törenle hoş amedi yapılır. Meclise hitap eder ve büyük alkışlarla karşılanır. Akabinde de Meclis-i Meb’usanı (vekilleri) ikaz amaçlı on maddelik beyanname (bildiri) neşreder.

1926.

Bediüzzaman, Şeyh Said isyanı sebebiyle doğudaki nüfuzlu kimselerle beraber, Bakanlar Kurulu kararıyla Burdur’a getirilip ikamete mecbur tutuldu. Burada etrafında oluşan kalabalık ve teveccühten rahatsız olan hükumet, önce İsparta’ya, ondan sonra da Eğirdir’e bağlı Barla nahiyesine, bütün eşyası sadece bir sepetin içini doldurduğu halde, sürülür. Burada 8 yıl kalır.

Barla, Dağların ortasında ıssız mı ıssız tenha, yekta, garip köy mesabesinde bir karye. O’nu oraya gönderenlerin amacı, insanlardan tecrit ile yalnızlığa terk etmek idi. Ancak Barla halkı, etrafında pervane olup, can-ı gönülden sahiplendi.

Yanında Kur’an’dan başka hiç bir kaynak eser olmadığı halde kitaplarının yüzde 80 adedini burada yazar. Ne kadar acaib ve garip bir hal ki, Türk dili üzerine hiç eğitim almadığı halde eserlerini son derece edebî ve beliğ bir uslüb ile Türkçe olarak telif eder.

Burada kitap yazamazsın diye kendisine kâğıt ambargosu konur. Dağdan odun getiren köylünün odun bağları çözülür ve kâğıt var mı, yok mu? diye arama yapılırdı. Zira tarihin kaydettiği en büyük hakikat, cahillerın kağıttan ve üzerine yazılan yazıdan ve kalemden çok korktukları hakikatidir. Ne var ki, Barla köylüsü Üstad’ı bağrına bastı, O’na ve hem kâğıdına ve hem de o kâğıtlara yazılan metinlere sahip çıktı.

1935.

Hususi mescidinde Arapça ezan okuduğu ve eserlerini yazmaya devam ettiği gerekçesiyle tekrar İspartaya getirilir. Ve davası görülmeye başlanır. 120 talebesi ile tevkif edilir. Daha sonra askeri araçlarla Eskişehir hapishanesine gönderilirler. Bütün bu sıkıntılara rağmen kese kağıtlarına ve kibrit kutularına yazmak suretiyle Nurların telifine devam eder.

1936.

Eskişehir ceza evinden tahliye edilen Bediüzzaman bu sefer polis gözetiminde mecburi ikamet için Kastamonu’ya gönderildi. Burada da büyük cilt Şualar adlı eserinin bir kısmını gözetim altındayken yazdı.

1943.

Isparta savcısından gelen talimat üzerine tutuklandı. Ağır hasta olmasına rağmen yine 3 Ekimde Isparta’ya gönderildi. 21 Ekim’de 58 talebesiyle beraber bu sefer, Denizli hapsine sevk edildi. Burada da 11. Şua adlı eserini yazdı.

1944.

15 Haziran’da mahkeme beraat kararı verdi. Yine 9 Ağustos’ta bakanlar kurulu kararıyla bu sefer Emirdağ’ına sürgün edildi.

Bu arada yürek dağlayan bir de Afyon ceza evi süreci vardır. Dondurucu kış soğuklarında kaldığı tek hücrenin camı kasten kırılır ki, donarak ölsün. Buna ilaveten yemeğine zehir konur. Ancak Allah’ın inayetiyle iç organları büyük zarar gördüğü halde ölmekten kurtulur.

Yukarıdan beri anlatılanların hepsi, kendisine yapılan zulüm ve işkencelerin sadece başlık halinde sunduğumuz özet ifadelerdir. Yapılan bütün bu kötü muamelelere karşılık takındığı tutum ve davranışlarını, Mektubat adlı kitabında şöyle ifade ediyor.

“Harb-i Umumide, gönüllü alay kumandanı olarak iki sene çalıştım, çarpıştım. Ordu kumandanı ve Enver Paşa takdiratı altında kiymettar talebelerimi, dostlarımı feda ettim. Yaralanıp esir düştüm. Şu beni işkenceli ve sebepsiz esaret altına alanlara yardım ettim. İşte onlar da bana, o yardım cezasını (karşılığını) böyle veriyorlar. Üç sene Rusya’da, esaretimde çektiğim zahmet ve sıkıntıyı, burada bu dostlarım bana üç ayda çektirdiler. Halbuki Ruslar, beni kürt gönüllü kumandanı suretinde kazakları ve esirleri kesen gaddar adam nazarıyla baktıkları halde, beni dersten men etmediler. Arkadaşlarım olan doksan esir zabitlerin (komutanların) kısm-ı ekserisine ders veriyordum. Hem Rusya’da aynı kışlada bir odayı cami yaptık. Ben imamlık yapıyordum. Hiç müdahele etmediler. Halbuki bu dostlarım, güya vatandaşlarım ve dindaşlarım ve onların menfaat-ı imaniyelerine ugraştığım adamlar, hiç bir sebep yokken, siyasetten ve dünya’dan alâkamı kestiğimi bilirlerken.. üç sene değil, belki altı sene sıkıntılı bir esaret altına aldılar. İhtilattan (topluma karışmaktan)

menettiler.(1)

Başka bir yerde de vaziyetini şu şekilde dile getirmiştir: “İşte böyle vaziyette bir adam Cenab-ı Hak’tan başka kime muracaat eder? Hakim kendi müddei (davacı) olsa, elbette ona şekva (şikâyet) edilmez.

Gel sen söyle bu hale ne diyeceğiz? Sen ne dersen de.. Ben derim ki: Bu dostlarım içinde çok münafıklar var. Münafık kafirden eşeddir.(daha kötü, en şiddetlidir) Onun için, kafir Rus’un bana çektirmediğini çektiriyorlar. Elbette Mahkeme-i Kübra’da sizinle görüşeceğiz.

حسبنا الله و نعمل وكيل نعمل مولى و نعم النصير

derim.(2)

Bediüzzaman’a yapılan zulüm ve tazyikatler öyle dayanılmaz bir raddeye geldiğinde de; bir bakarmısınız feryad-u figanına; “Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer din’im beni intihardan men’etmesydi, belki Said topraklar altında çürümüş gitmişti.(3)

Görüldüğü üzere; iki yıl cephede savaşmış, yaralanmış ve üç senede esaret hayatı yaşamış, gönüllü alay kumandanı kahraman gazi Üstad’a dönem ceberrutları bir hain muamelesi yapmışlardır. Bu muamele, aklın, iz’anın, vicdanın kabul edebileceği bir şey olabilir mi?

Değerli dostlarım!

Elbetteki büyük dava adamı olmanın büyük bedelleri vardır. Sokrat’ı, Sokrat yapan bir dava ve mefkure adına hayatı hakir görmesi değil miydi? İdam edilirken eşi, “Seni haksız yere idam ediyorlar.” deyince Sokrat: “Peki, haklı yere idam edilseydim daha mı iyi olacaktı?” Diye karşılık verecekti. İşte düşüncelerinden dolayı zulüm görüp eziyet çekenler, idam edilenler, hep insanların gönlünde yaşayacaklardır. Diğer yandan, onlara zulmedenler ise, lânetle ve nefretle anılmaya mahkum olacaklardır.

1947

Kitapları Risale-i Nurlar Avrupa’ya ve Amerika’ya gönderilmeye başlandı.

1951

Öldükten sonra dirilmeyi ve Hz. Muhammed’in peygamberliğini ve Kur’an’ın Allah’ın kelâmı olduğunu ispat eden bahislerden müteşekkil, Zülfikar adlı eseri Vatikan’a gönderildi. Papa telgrafla kendisine teşekkürlerini bildirdi. Eserleri 2000’e yakın berât kararı aldığı halde, Üstad Bediüzzaman vefat edinceye kadar hep takibat altındaydı.

Muhaliflerinin bu tutum ve davranışlarına karşılık, şu şekilde cevap vermişti:

“İşittim ki, diyorlar: “Said elli bin nefer kuvvetindedir, onun için serbest bırakmıyoruz.”

Bende derim ki: Ey bedbaht ehl-dünya! Bütün kuvvetinizle dünyaya çalıştığınız halde, neden dünyanın işini dahi bilmiyorsunuz? Divane gibi hükmediyorsunuz.

Eğer korkunuz mesleğimden ve Kur’an’a ait dellallığımdan ve kuvve-i maneviye-i imaniyeden ise; elli bin nefer değil, yanlışsınız! Meslek itibariyle elli milyon kuvvetindeyim, haberiniz olsun.

Madem böyledir, ben sizin dünyanıza karışmıyorum, sizde benim ahiretime karışmayınız! Karışsanız da beyhudedir.

Takdir-i Hudâ kuvve-i bâzu ile dönmez.

Bir şem’a (çıra, lamba) ki Mevlâ yaka üflemekle sönmez”(4)

Bediüzzaman, artık ebediyen veda etmek üzere Mart 1960’ta, Urfa’ya doğru yola çıkar. Hedefin Urfa olduğunu hiç kimseye söylemez. Otomobilinin plakasını, okunmayacak şekilde kısmen çamurla kapatarak, talebelerine şark’a doğru hareket talimatını verir.

Bu veda yolculuğunda; Eğridır, Konya, Adana ve Gaziantep sınırları içerisinde bulunan bir dağın tepesinde arabasını durdurmuş ve etrafı tenezzüh etmeye başlayarak dinlenmişti. Bediüzzaman, dağlarda gezinmeyi ve dinlenmeyi çok severdi. Çamdağı, Van’da Erek dağı, bunlardan bir kaçıdır. Nitekim kitaplarının bir kısmını bu dağlarda ve bahçelerde yazmıştır.

Sadık talebesi Zübeyir Gündüzalp’e, “Kardeşim bu dağın adı nedir?” diye sorduğunda; Zübeyir, “Üstadım, bu dağın adı ‘Gavur’ dağıdır.” Diye cevap verince, Üstad, “Bu dağa bu isim hiç yakışmamıştır. Bu dağın ismi, ‘Nur dağı’ ismi olsun.” Dediği anlatılır.

Bu yeni isim, insanlar tarafından kullanıldıkça, zamanla resmiyet kazanmış ve nihayet, 1990.Yılında ilçenin ismi “Kömürler” iken, hem O’nun ve hem de dağın ismi “Nur dağı”

olarak resmen kabul edilir. Tam da Üstad’ın dilek ve arzusuna göre bir hüviyeti kazanmış olur. Ve şimdi levhada, “Kömürler”yerine “Nur dağı” diye okunmaktadır.

23 Mart 1960 günü vefat ettikten yaklaşık 3 ay sonra o zamanki Devlet’in muktedirleri tarafından resmen mezarı kırılıp naaşı bir meçhule götürüldü. Aslında su-i niyetle yapılan bu kabir olayı, O’nun vasiyetinin gerçekleştirilmesinden ibaretti. Zira Kendisi daha hayatta iken talebelerine yazılı metinde: “Benim kabrimi üç-dört kişiden ma’ada (başka) hiç kimse bilmesin. Gizli kalsın.” Mesaj ve vasiyeti söz konusu idi.

Son olarak eski Said dönemi, NUTUK adlı eserinden kısa bir alıntı ile son vermek isterim.

“Türkler bizim aklımız, biz de onların kuvveti; mecmu’umuz iyi bir insan oluruz. Cesur muharrip (cangaver-savaşçı) büyük bir kuvvete sahip olduğumuz halde, dahili ihtilaftan dolayı (bu kuvvet) mahfoluyor.”

Burada bir vucûd düşünün ki aklı var ancak kuvveti yok ve yine bir beden düşünün ki, kuvveti var lâkin aklı yoktur. Buna sağlıklı bir insan denilemez. Bünyesinde akıl ve kuvvetin birleştiği bir insan; ancak kâmil, kuvveti pek bir insan olabilir. Bilindiği üzere iki pehlivan bir biri ile boğuşurken, bir çocuk her ikisini de dövebilir. İhtilafların ve yaraların derinleştiği, bu hassas zaman diliminde, yetkili ve etkili ehl-i vicdan kimselerin behemehal bir umumi barışı ve helalleşme ile beraber, yukarıda ifade ettiğimiz akıl ve kuvveti birleştirerek, kardeşliği, sevgiyi ve kucaklaşmayı tesis etmeleri elzemdir. Zira buna toplum olarak hava, su ve ekmek kadar ihtiyacımız vardır.

Yazıma Yunus’un şu şiiri ile nihayet veriyorum ki;

“Gelin kardeş olalım

İşi kolay kılâlım

Sevelim sevilelim

Bu dünya kimseye kalmaz.”

Demiştir. 23 Mart 2023

Dipnotlar:

(1) Mektubat s 76

(2) Mektubat s.77

(3) Tarihçe-i Hayat s. 630

(4)(Mektubat, s.74)

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*