Ene (benlik) duygusu üzerinden Allah’ı bilmek ve tanımak

Efendim, bu gün vicdanî bir muhakeme, bir denge, bir muvazeneyi temin etmek, Allâh’ın yaratıklarından, başta insan olmak üzere, her biri, başlı başına birer mu’cize olan eserlerinden (masnu’atından) bize yansıyan sıfat ve esmasının başında gelen, Âlim, Sâmi’ ve Bâsir’ın üzerinde bir nebzecik durmak istiyoruz.

Diğer yandan, muhteşem bir saray hükmünde olan insanın gizemli bazı hissiyat ve lâtifelerinden de bahsedeceğiz.

İnsanin vucûdunu, başlıca iki bölümde ele alabiliriz.

Birincisi: Maddi, bedenî, fizikî, cismanî, vucûdî varlığı.

İkincisi: Anlâmlariyla bildiğimiz, hissiyat (duyular) ve lâtifelerinin varlığı.

Bedenî, fizikî varlıkları söz konusu olan, duyu organlarının varlığını da ikiye ayırabiliriz.

Burada 5 duyu organlarını ele alacak olursak; bunların bir maddi varlığı yanında, pratikte ifa ettikleri hissi manalarının varlığı.

Örneğin; dil bir cisimdir, bir bedenî uzuvdur. Ancak fonksiyonları itibariyle, taamlardan yani içecek ve yiyeceklerden aldığı tad ve lezzetler, maddi değil, bir manadır, bir histir.

Bu durum, kulak, burun ve göz içinde geçerlidir. Bir kokuyu veya gözle görülen bir rengi izah edemezsiniz.

Herkesin aldığı kokular, tadlar veya renkler, zihninde algıladığı biçimlere göre şekillenir.

Hülasa olarak, bunların varlığı, hem maddi ve hem de duyular makamında algıladığımız mana yüklü varlıklardır.

Asıl insanı mesuliyetli kılan, sorumluluk yükleyen, onu imtihan meydanına sürükleyen, insanlık payesini veren veya insanlıktan çıkaran, bu bir takım sahip olduğu hissiyat ve lâtifeler sebebiyledir.

Meselâ aşk, sevgi, şefkat, merhamet, meveddet, sır, nefis, öfke, adavet, şeref, iffet, ahlâk ve hakeza, insanda binlerce hissiyat vardır.

Şimdi burada, belki de çoğunuzun yaşadığı, ama hiç fark etmediği ve haberdar olmadığı ve ancak en önemli hissiyattan addedilen bir duyu’dan bahsedeceğim.

O, mevzu-u bahis olan his, “ENE” dır. Yani enaniyet veya diğer adıyla benliktir. “GURUR”u da bunun içerisinde değerlendirebiliriz. Yani, “Ene”ye, gurur da denilebilir.

Bu arada, Allâh’ın esma ve sıfatlarının hakkıyla anlaşılabilmesi için; yine Allâh’ın insanlara bahşettiği bu ENE (Benlik) hissiyatının, yani duygusunun anlaşılması gerekir.

Bu ene konusu, derin ve ilmî bir mesele olduğundan, yine ona göre derince düşünmek, dakik bir tefekkürle konuya bakmak lâzımdır.

Malum olduğu üzere İslâm, mantıksal düşünmeye büyük önem vermiştir. Hatta ve hatta İmam-ı Şafii, delil ve bürhan’a dayanmayan, taklid-i imana, makbul değildir, geçerliliği söz konusu olamaz, demiştir.

Kur’an’da, 800 yakın âyetlerde; âkıl, tefekkür, ilim, hikmet, nazar (gözlem), tetkik (araştırma), kitap, kâlem ve benzeri bilimsel konulardan bahseder.

Örneğin, Allâh Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de:

“Düşünün” (1)

“Hala düşünmez misiniz?” (2)

“Bakmazlar mı?”(3)

“Bundan ibret alın, ey basiret sahipleri.”(4)

“Akıllarını kullanıyorlar.”(5) gibi ayetlerle bilime ve düşünmeye büyük önem atfeder.

Görüldüğü üzere İslâm’da; dogmatik, müteassıbane ve körü-körüne değil, delil ve bürhan’a dayalı, yani red ve inkârı mümkün olmayan kat’i delillere dayanan iman makbuldur ve kıymetlidir.

Bilgi: ilim, tefekkür ve duyular (hissiyat) vasıtasıyla elde edilir.

Akıl ile bakma ve tartma, zihin ve dimağda tasavvur ve sentez ile kavrama ve akabinde kalp ile iltizam ve tasdik etme hasıl olur.

Ve daha nice aşâmalardan sonra da tahkiki iman ile sağlam bir itikad ve tatmin olmuş bir gönül meydana gelır.

Göüldüğü üzere İman; aynı zamanda vicdanî ve aklîdır. Zira Allâh itikad ve iman noktasında hiç bir zaman insana baskı yapmaz, zorlamaz. Aklı ve vicdanı tamamen hür ve serbest bırakır.

Pek çok âyet’te; inanmak noktasında, fikir ve vicdan hürriyeti en kâmil manada tanınmıştır. Bu hususta numune olarak bir kaç âyeti ele alalım ki, konuya dair, Allâh şöyle buyurmuştur:

“Dinde zorlama yoktur.”(6)

“Sizi yaratan O’dur. Böyle iken kiminiz kafir olur, kiminiz mu’min.”(7)

“Dileyen iman etsin, dileyen de inkar etsin.”(8)

İnsanın elde ettiği gerçeklerin en güzeli, öncelikle kuşkularla baktığı ve arkasından yaptığı bilimsel ve akli deliller neticesinde kavuştuğu ve kalben mutmain olduğu hakikatlerdir.

Allâh Kur’an- ı Kerim’de, zaman zaman Peygamberlerin bile, bazı hususlarda kuşkulandıklarını ifade ederek; delil ve ispata dayalı olarak hasıl olan imanın makbuliyetine şu ayet ile işaret etmiştir.

“İbrahim Rabbine: ‘Ey Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster’ demişti. Rabbi O’na: ‘Yoksa inanmadın mı?’ dedi. İbrahim: ‘hayır! İnandım, fakat kalben mutma’in olmak için’ dedi.”(9) İşte bu ve benzeri âyetler “dogmatik” değil, iradesinde bağımsız, âklı ve vicdanı hür bir Müslüman ister.

İnsanin aklı ve vicdanı, ancak sorgulamakla hakikatlere ulaşabilir. Sorgulanan her şey bilimsel delil ve verilere dayanmalıdır. Ayrıca kalbi tasdik etmeye hazırlayan ve şüpheleri izale eden, ortadan kaldıran da bürhandır.

Bu duygunun da, aynen âkıl cevheri gibi, her bireyin iradesine bağlı olarak, müsbet veya menfi, yani olumlu veya olumsuz, yani yararlı veya zararlı biçim ve şekillerde kullanılmasına bağlıdır.

Bu “Ene” yani benlik, nasıl bir histir ve nasıl bir nimet olma versiyonuna sahiptir. Bunu özet olarak biraz açalım(10):

İşte Cenab-ı Hakkın bu “BİLİR” “İŞİTIR” ” GÖRÜR” “KADİR” “RÂHİM” ve benzeri gibi sıfatları bilinsin, derk edilsin diye insana birer cüz’lerinden, fıtratına derc edilmiş olarak yaratılmıştır.

“ENE” gizli Esma-i İlâhiye’nın anahtarı olduğu gibi, kâinatın anlaşılması zor, kapalı ve gizli manalarındaki anahtarı hükmünde olup, aynı zamanda hayret verici bir tılsım, gizli ve derin sırların da kaynağıdır.

Ene’nın mahiyetinin bilinmesi ile, o garip muamma, o acip tılsım olan ene, açılır ve Kâinat’ın tılsımını ve varlığı zorunlu olan, Allah’a (cc) ait isim ve sıfatların hazinelerini dahi açar.

Âllâh, mahiyetleri anlaşılsın diye insana verilen bu sıfatlarda bazen haddini aşarak, ulûhiyet (İlâhlık) dava edecek kadar, taşkınlık yapıp, sapıklığa girebilir.

Yani, “Ben, her şeyi bilirim.” “Ben, en güçlüyüm.” “En iyi ben görüyorum.” “Ben en iyisini yapıyorum.” gibi havalara binebiliyor.

Bu vartayı nazara veren şu âyet-i kerime, gerçekten dikkate değerdir.

“Kötü duygularını (Enesini-Benliğini); kendisine İlâh edinen kimseyi gördün mü? Sen (Resülüm) ona koruyucu olabilir misın?”(11) buyurarak Ene’nın, yani benliğin insanı nasıl tehlikeli vartalara düşürebileceğini nazara vermiştir.

Beşeriyet tarihi, bu ulûhiyet (Rabblık) dava eden, veya kendisinde bu sıfatları vehmeden nice Firavunlar, Nemrutlar, Şeddadlar, Musolini’ler gördü, geçti.

İnsana verilen bu cüz’i irade, ilim, basar, kudret, rahimiyet gibi sıfatlar, Allâh’ı tam anlamıyla tanımak ve bilmek için birer kıyas ve ölçü olmak içindir.

Meselâ: Rahimiyet (acıma duygusu) fitri, doğal mecrasından çıktığı zaman, (yani ene-benlik tarafına meylettiğinde) bir zulüm ve gaddarlık sıfatına inkılâp edebilir.

Yine insandaki ilim, güç ve kudret sıfatları, Allâh’ın sonsuz ilim ve kudretini anlamak için verilmiştir.

Meselâ, ben’im gücüm bu kadarcık sikleti (ağırlığı) kaldırabilir ve taşıyabiliyorken; Allâh’ın kudreti, bu sonsuz kâinatı, galaksileri, Güneş sistemlerinin deveranını tanzim edip, evirip çevirebilir, sonsuz kudrettir, diye inanmaya başlar.

Ve hakeza, ilim sıfatı itibariyle insan, ben ancak buraya kadar bilebilirim, kendindeki bu ilmî ölçücükler ile, o ölçülemez, tartılamaz, tahdid edilemez, İlâhî sıfatların, isimlerin mahiyetini yavaş yavaş anlamaya, derk etmeye başlar. cüz’i bilgisiyle Allâh’ın nihayetsiz ilmine bir kıyas yapıp fehmi, anlayışı aydınlanır.

Allâh’ın bütün sıfatlarında olduğu gibi ilim, basar ve semi’ gibi sıfatlarında, bir sınır olmadığı gibi, her hangi bir engel veya kayıt da söz konusu olamaz. İnsan belli bir dereceye kadar işitebilir, görebilir ve bilebilir. Lâkin Allâh hakkında bunlar ne düşünülebilir ve ne de tasavvur edilebilir. Zira onlar sonsuzdurlar.

Allâh’ın sıfatları mutlaktır, yani kayıt altına alınamaz dedik. Bununla ilgili olarak bir iki misal vermek isterim:

Geçmiş eski tarihlerde bizim beldede şehir şebeke suyu yoktu. Dolayısıyla herkes kendi bahçesinde, avlusunda özel kuyu (sarnıç) kazarak, su ihtiyacını temin etmekteydi. Bu sıralarda, zaman geçtikçe, bu sular biraz daha yerin altına inebiliyordu. Ve indikçe bizimkiler de peşinden kazmaya çalışıyorlardı.

Bizde çok sevilen ve sözüne güvenilen Hacı Şeyhmus adındaki kişiden bizzat dinlemiştim. Kalabalık bir toplulukta şunu anlatmıştı:

İlçedeki hamamın su kuyusu hemen hemen dibe kadar inmişti. Biz iki üç kişi, ücretle kazmaya başladık. Kazma, kürekle kazdığımız moloz ve çamurları kovalara dolduruyoruz ve yukarıdakiler de çekip boşaltıyorlardı.

Bir ara kuyunun dibinden kazarken, küçük bir karpuz büyüklüğünde bembeyaz, yuvarlak güzel mi güzel bir taş kazmaya takıldı. Yukarıdakilere bu taşın itina ile bir tarafa bırakmasını tenbih ettım. Akşama doğru işimizi bitirince, kuyudan çıktık. Kuyudan çıkan o taşa, aydınlık gözüyle tekrar baktık. Biraz hafif ve çok düzenli bir taştı. Kazmanın ucuyla hafiften bir darbe vurduğumda; o taş tam da ortadan ikiye bölündü. Hep beraber, gördüğümüz manzara neydi, tahmin edebiliyor musunuz?

Bir tarafında yemyeşil çimden otlar, diğer tarafında da beyaz kurtçuklar. Fesubhanellâh! Bazen tabiat kanunları devre dışı kalıp, işlemez oluyor, bu olayda olduğu gibi.

Yerin dibinde, bu taşın içine o otların tohumları nasıl yerleşti? O bir avuçluk toprak, o kapalı kutuda nasıl peyda oldu ve o canlıların yaşamı için gerekli olan oksijen nasıl temin edildi? Sormak lâzım. Bunların hepsi, birer mu’cizeden başka bir şey olabilir mi?

Allâh’ın hikmetinden, kudretinden, rahimiyet ve rezzakiyetinden gafil olmamak gerekir

Yine unutamadığım bir menkıbeyi de burada paylaşmak isterim.

Günlerden bir gün, Musa Peygamber bir akar su kenarında

tefekkür halindeyken, karşıdan gelen ve ağzında bir tane bulunan karıncayı takibe başlar. Karınca bir müddet yürür, ondan sonra akan su dalgacıklarına kendisini bırakır. Bilahare kıyıya yakın bir toprak adasına geçer, orada da biraz yürüdükten sonra, bir deliğe girer. Kısa bir müddet eğlendikten sonra, ağzı boş bir şekilde delikten dışarı çıktığını görür.

Allâh’ın Peygamberi, karıncanın ağzındaki taneyi merak saikasiyla, bir çubukla o deliği kazmaya başlar. O deliğin dibinde, ağzında karıncanın bıraktığı tane ile bir kurtcuğun, habire şu şekilde Allâh’ı zikrettiğini müşahede eder.

سبحان من يرانى– ويعرف مكانى– و يرزقنى ولا ينسانى

“Suphane men yeranî,

Ve ya’rifu mekânî

Ve yerzuknî ve lâ yensani.”

Yani: “Ey! her hal-u kârda beni bilen ve haberdar olan, benim yer ve mekânımı gören ve bilen, beni hiç bir zaman unutmayıp rızkımı gönderen yüce Allâhım! Rabb-i Kerim’ım! Seni tesbih ederim, seni kusurlardan tenzih ederim.”

Bunu gören ve işiten Hz Musa’da Allâh’ı tesbih ve ta’zim ederek yüceltti ve hamd-u senâda bulundu.

“Allâh’a inanın; çünkü böyle bir iman’a muhtacız.”

Kant

“Âlim ölse de yaşar, cahil yaşarken ölüdür.”

Hz.Ali

Dipnotlar:

(1) Sebe,34/46

(2) En’am, 6/80

(3) Gaşiye, 88/17

(4) Haşir, 59/2

(5)..Bakara, 2/75

(6) Bakara, 2/256

(7) Tağabun, 2

(8) Kehf, 29

(9) Bakara, 2/ 260

(10) 33. Söz. 31. Pencere’de detaylariyla ilmi izahatı yapılmıştır.

(11) Furkan 25/43

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*