Üçüncü Sûret:
Bak, ne kadar âlî bir hikmet, bir intizamla işler dönüyor. Hem, ne kadar hakikî bir adâlet, bir mîzanla muâmeleler görülüyor. Halbuki, hikmet-i hükümet ise, saltanatın cenâh-ı himâyesine ilticâ eden mültecîlerin taltifini ister; adalet ise, raiyetin hukukunun muhafazasını ister. Tâ hükümetin haysiyeti, saltanatın haşmeti muhafaza edilsin. Halbuki, şu yerlerde o hikmete, o adalete lâyık binden biri icrâ edilmiyor. Senin gibi sersemler, çoğu ceza görmeden buradan göçüp gidiyorlar.
Demek bir mahkeme-i kübrâya bırakılıyor.
Dördüncü Sûret:
Bak, had ve hesâba gelmeyen şu sergilerde olan misilsiz mücevherât, şu sofralarda olan emsâlsiz mat’umât gösteriyorlar ki, bu yerlerin padişahının hadsiz bir sehâveti, hesapsız dolu hazîneleri vardır. Halbuki, böyle bir sehâvet ve tükenmez hazîneler, dâimî ve istenilen her şey içinde bulunur bir dâr-ı ziyâfet ister. Hem, ister ki, o ziyafetten telezzüz edenler orada devam etsinler; tâ zevâl ve firâk ile elem çekmesinler. Çünkü zevâl-i elem, lezzet olduğu gibi, zevâl-i lezzet dahi elemdir.
Bu sergilere bak ve şu ilânlara dikkat et ve bu dellâllara kulak ver ki, mu’ciznümâ bir padişahın antika san’atlarını teşkil ve teşhir ediyorlar, kemâlâtını gösteriyorlar, misilsiz cemâl-i mânevîsini beyân ediyorlar, hüsn-ü mahfîsinin letâifinden bahsediyorlar. Demek, onun pek mühim, hayret verici kemâlât ve cemâl-i mânevîsi vardır.
Gizli, kusursuz kemâl ise, takdir edici, istihsan edici, “mâşaallah” deyip müşâhede edicilerin başlarında teşhir ister. Mahfî, nazîrsiz cemâl ise, görünmek ve görmek ister. Yani, kendi cemâlini iki vecihle görmek—biri muhtelif aynalarda bizzat müşâhede etmek, diğeri müştak seyirci ve mütehayyir istihsan edicilerin müşâhedesi ile müşâhede etmek—ister; hem görmek, hem görünmek, hem dâimî müşâhede, hem ebedî işhâd ister. Hem o dâimî cemâl, müştak seyirci ve istihsan edicilerin devam-ı vücudlarını ister. Çünkü, dâimî bir cemâl, zâil müştâka râzı olamaz. Zîrâ dönmemek üzere zevâle mahkûm olan bir seyirci, zevâlin tasavvuruyla, muhabbeti adâvete döner, hayret ve hürmeti tahkire meyleder. Çünkü, insan bilmediği ve yetişmediği şeye düşmandır. Halbuki şu misafirhânelerden, herkes çabuk gidip kayboluyor; o kemâl ve o cemâlin bir ışığına, belki zayıf bir gölgesine, bir anda bakıp doymadan gidiyor.
Demek, bir seyrangâh-ı dâimîye gidiliyor.
Sözler, Onuncu Söz, s. 86
LÛGATÇE:
raiyyet: Vatandaş.
âlî: Yüce, yüksek.
cenâh-ı himâye: Himaye kanadı.
mat’umât: Yiyecekler.
sehâvet: Cömertlik.
dâr-ı ziyâfet: Ziyafet yurdu.
telezzüz: Lezzetlenme, lezzet alma.
istihsan: Beğenme, güzel görme.
zevâl-i elem: Acının sona ermesi.
hüsn-ü mahfî: Gizli güzellik.
Benzer konuda makaleler:
- Bir seyrangâh-ı dâimîye gidiyoruz
- Bu meydan-ı imtihanda olanlar, başıboş değiller
- Semâvâtın da kendine münasip sakinleri vardır
- Şükrün ölçüsü
- Allah kainatı niçin yarattı?
- Dünya lezzetlerini takip etmenin şartları
- Şükür nimetin lezzetini arttırır
- Lezzet nasıl elem getirir?
- Zalimler zulümlerinin cezasını mutlaka göreceklerdir
- Her musîbetzedenin imdadına koşuluyor
Kur’an’ı çağa tefsir ederek, “Ben kimim, nereden geldim, nereye gidiyorum, bu dünyadaki vazifem nedir?” sorularına cevaplar sunan, “iman-ı tahkiki”, “ahlâk” ve “istikamet” rehberi Risale-i Nur Külliyatı’nın müellifi.
İlk yorum yapan olun