Annesiz dünya

Kaybettiklerimize sonradan yanarız hep. Sahip olduklarımızı kaybetmeden kıymetini hakkıyla bilemiyoruz, anlayamıyoruz, ne yazık ki.

“Bir insan için bu dünyada en büyük kayıp nedir?” diye hatıra gelen suâlin cevabı, hiç tereddütsüz ki “Annedir.”

Ne var ki, annenin vefatından sonra ancak bu cevabı tam hissederek verebiliyoruz. Şahsen kendim öyleyimdir.

Bundan yedi sene kadar evvel vefat eden validem, hayatta iken de kıymetini biliyordum. Kalbini bilerek hiç kırmadım. Her türlü hizmetini büyük bir arzu ve iştiyakla görmeye de çalıştım.

Ama, yine de onun tam kıymetini vefatından sonra hakkıyla hissetmeye başladım. Hatırladıkça da, içim yanar da yanar. Yüreğim köz köz olur. Göğüs kafesim daralır, boğazım düğümlenir, gözlerim yaşarır, nutkum tutulur, konuşamaz hale gelirim.

Zira, şefkat kahramanı olan annelerin evlâtlarına karşı öyle bir sevgisi, muhabbeti var ki, onu başka hiç kimsede, hiçbir yerde bulamıyorsunuz. Bir başkasında yoktur zaten; olmaz da. O duygu sadece ve sadece annede var.

Kaybedince, kıymetini hakkıyla hissettiğiniz o duyguyu arıyorsunuz. Ancak, bulamıyorsunuz. Tâ âhrete kadar ondan mahrum kalacağınızı anlayıp çaresiz bekliyorsunuz.

Lâkin, yine de gayr-ı ihtiyarî olarak, zaman zaman duygularınız depreşiveriyor. İçinizde bir fırtına kopuyor. Annenizi şiddetli bir tahattur ile hatırlamaya  sevk ediliyorsunuz. Tâ çocukluğunuzdan itibaren yaşadıklarınız, hayal dünyasında resmî geçit yapmaya başlıyor.

Meselâ, sadece annenizden görebileceğiniz şu tabloları hatırlamaya başlıyorsunuz: Annenizin karnı açtır, fakat yine de sizi düşünüyor. Bulduğu lokmayı sizin için saklayıp yedirmekten zevk alıyor… Gurbete çıkıyorsunuz, sizi en yakıcı bir hasretle özleyen kişi, yine annenizdir. Kavuşma anında ise—diğer bütün sevenlerinizden ayrı olarak—o çığlık atarak size sarılır; özlemini, hasretini ancak o şekilde dindirebilir… Uzaklardan telefonla aradığınızda bile, sesinizi duyar duymaz yine sevinç çığlıkları atarak sizinle konuşmaya başlar.

İşte, benim annemle olan son görüşmem de aynen böyle oldu…
Hasta olduğunu duydum. Bin beş yüz kilometre uzaktan telefonla arayıp hatırını sordum. Sanki hiç hasta değilmiş gibi, yine sevinç çığlıkları atarak konuştu.
Gidip görmek, ziyaret edip elini öpmek için fırsat kolladığımı söyledim.

Memnun oldu, duâ etti, derin bir hasretle beklediğini söyledi.
Ama, âh gaflet âh! Nereden bileceksin ki, ölümü yakın, hem de pek yakındır.
Son günlerinde yanında, yanıbaşında bulunmayı şiddetle arzu ederdim.

İşte o arzuyu yerine getirememenin derin acısını, derin iç burukluğunu yaşıyorum. Bu acıyı yeniden tetikleyip depreştirmeye ise, meşhûr Kürt ozanı Ayşe Şan’ın “Âh le daye/Âh anam” isimli eserini dinlemem sebep oldu.

Ayşe Hanım gurbette iken, annesi Elif Hanım Diyarbekir’de ölümcül bir hastalığa yakalanıyor. Kızı haberdar oluncaya kadar, Elif Hanım Hakk’ın rahmetine kavuşuyor. Annesinin vefatından evvelki halini soran, çektiklerini ve söylediklerini duyup öğrenen Ayşe Hanım, yazdığı ezgi-şiirinde şunları dillendiriyor:

Heywax dayè, xèribim dayè
Derenge dayè, bèkesim dayè
Kesè min ne maye li wè dinyayè
Dayè qurban, ez bımrım dayè…

Bu yakıcı eserdeki bazı mısraların Türkçe karşılığı şöyledir:

Eyvâh anam, garibim anam
Kurbanın olam, pek geç kaldım
Sensiz dünyada kimsesiz gibiyim
Senin yerine ben öleydim anam
Dicle Nehri lemalem akar
Kenardaki dikenleri ıslatır
Benim de gözyaşlarım
Bahar yağmurları gibi
Akar çimenlerin üstüne
Ah anam, eyvâh anam
Evim yıkıldı, ocağım söndü
Hastahane köşelerinde
Seni sahipsiz, kimsesiz bırakmışlar
Zehra, Saliha kardeşlerim
Başında çaresiz beklemişler
Allah biliyor ki, geç haber verdiler
Yetişemedim, kurbanın olam
Senin yerine ben öleydim anam

1996 yılı sonlarında vefat eden Ayşe Şan, bu ezgiyle hakikaten içini dökmüş ve benzer halleri yaşayanların hissiyatına bir güzel tercüman olmuş.

Hususî dünya adeta yıkılıyor gibi

Annelerin vefatıyla, evlâtların dünyası da sarsılıyor, adeta yıkılır gibi oluyor.

Bediüzzaman Hazretleri de, dokuz yaşından hiç görmediği validesinin  vefat etmesiyle benzer bir hali hissettiğini şu sözlerle ifade ediyor: “Benim merhume validemin vefatıyla hususî dünyamın yarısı, onun vefatıyla vefat etmiş diyordum. Abdurrahman’ın (yeğeni, kàtibi, mânevî evlâdı) vefatıyla da, bâki kalan öteki yarı dünyam da vefat etti gördüm.”

Hakikaten, validenin vefatıyla insan kendini öyle hissetmeye başlıyor. Validenin sılâda değilse, orada artık yaşamıyorsa, sizin için de oranın çekiciliği, câzibedarlığı zayıflamaya yüz tutuyor.

Üç noktayı düşünerek

Bugün bütün bunları niçin yazdık, yazıyoruz? Sadece bir hatırat-ı kalbiyi sizlerle paylaşmak arzu ve emeliyle mi? Elbette ki değil.

Evet, o derin teessürün de bir tesiri vardır. Ancak, o teessürlü hatıratı yazı konusu haline getirmeye karar verirken, şu üç noktayı, dolayısıyla üç faydayı da birden düşünerek hareket ettik.

Birincisi: Bizim gibi mahzun öksüzlerin hissiyatına tercüman olmak.

İkincisi: Validesi hayatta olanlara “Annenizin kıymetini hakkıyla bilin” mesajını vermek.

Üçüncüsü: Dayanılması çok zor olan bu yakıcı ateşe karşı muhakkak müracaat edilmesi gereken “kudsî teselli”yi bilvesile nazara vermeye çalışmak. İşte o teselli…

Kudsî teselli

Validemin vefatından sonra sık sık müracaat ettiğim ve içinde çok tesirli bir teselli bulduğum hakikatli ifadeleri burada sizlere de takdim ediyorum.

Bediüzzaman Hazretleri, önce annesi Nuriye Hanımın (1913), ardından yeğeni, talebesi ve manevî evlâdı Abdurrahman’ın genç yaşta vefatı karşısında hususî dünyasının yıkılmış gibi gördüğünü ifade ettikten sonra, teselli bâbında ise şunları beyan ediyor: “…Evet, insaniyet itibarıyla böyle bir zayiat, benim gibi insanlara çok hırkatlidir, yandırıyor. Gerçi zâhiren tahammüle çalışıyordum, fakat ruhumda şiddetli fırtına vardı. Eğer ara sıra Kur’ân’ın nurundan gelen teselli teskin etmeseydi, benim için dayanmak mümkün olamayacaktı. …İhtiyarlık ve gurbetin verdiği sür’at-i teessür, mukavemetimi kırıyordu.

“Birden, ‘Herşey helâk olup gidicidir—O’na bakan yüzü müstesnâ. Hüküm O’na aittir; siz de O’na döndürüleceksiniz’ (Kasas, 88) âyet-i kudsiyenin sırrı inkişaf etti. Bana ‘Yâ Bâkî, Ente’l-Bâkî, yâ Bâkî, Ente’l-Bâkî’ dedirtti ve onunla hakikî teselli verdi.” (Lem’alar, s. 244)

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*