Âyetü’l-Kübrâ operasyonları

Münafıkların çabası ve gizli din düşmanlarının adliyeyi şaşırtıp hükûmeti iğfal etmesi sonucu, 1943 yılı Eylül ayı ortalarında dindarlara yönelik çok zalimane, çok gaddarca bir operasyon başlatıldı.

Operasyonun hedefinde özellikle Bediüzzaman Said Nursî vardı. Kendisi ve talebeleri imha edilmek isteniyordu.
Bu maksatla, Kastamonu’daki ikametgâhından alınarak, Çankırı–Ilgaz yoluyla 20 Eylül (1943) günü Ankara’ya getirildi.

Ceberrut vali Nevzat Tandoğan’la görüştürüldü. Aralarında şiddetli bir münakaşa yaşandı. Kavganın sebebi, Üstad Bediüzzaman’ın başındaki sarığı çıkartmaması ve şapka giymemesiydi.
Vali Tandoğan, son derece haşin davrandı ve istediğini zorla yaptırmaya çalıştı; ancak, yine de muvaffak olamayarak geri adım attı.
Ardından, Said Nursî, muhtelif yerlerden toplanan yekûn 126 talebesi ile birlikte ağır cezada yargılanmak üzere Denizli Hapishanesine sevk edildi.
Bediüzzaman, henüz ortada bir mahkeme kararı bulunmadığı halde 12 celse devam eden mahkeme safhası müddetince, toplam 9 ay boyunca hücre hapsinde (tecrid–i mutlak) tutuldu.
Yani, tam bir “istibdad–ı keyfiye–i küfriye” muamelesi…

ZAHİRİ SEBEP/BAHANE:

Âyetü’l–Kübrâ’nın gizli basımı

Kastamonu’da gizlice ve çok ağır şartlar altında telif edilen Âyetü’l–Kübrâ Risâlesi, 1942 senesinde İstanbul’daki Bozkurt Matbaasında gizlice basıldı.
Kırk beş gün İstanbul’da kalarak bu ulvî hizmeti deruhte eden kişi ise, Nur’un kahraman talebesi Atabeyli Tahirî Mutlu’dur.
Âyetü’l–Kübrâ’nın basım parasını alan matbaa sahibi Aziz Bozkurt, kitaplar paketlenip tren ambarıyla Isparta’ya doğru sevk edildikten hemen sonra İstanbul Emniyetine giderek ihbarda bulunur.
Emniyet alarma geçer. Kitaplara derhal el konulur. Âyetü’l–Kübrâ Risâlesinden birkaç nüsha “bilirkişi”lere okutturulur.
Bu harika risâle Tevhid’e dair olup “Kâinattan Halıkını soran bir seyyahın müşahedâtı”nı tefekkürâne bir tarzda anlatır.
İşte, tenkit niyetiyle dahi olsa, bu risâleyi okuyan bilirkişiler “imânlarını kurtarma”nın verdiği huzur ve memnuniyet hissiyle, aleyhte rapor yazmazlar.
Gizli din düşmanlarının beklentilerini karşılamayan bu müsbet mânâdaki raporlar, onları büsbütün hiddete getirip çılgına döndürür.
Bu şiddetli hiddet ve husûmet dalgasının hükûmet katmanına kadar tesir etmesi sebebiyle, Bediüzzaman ve mazlum talebeleri Denizli Zindanına sevk edilir.
Bediüzzaman Hazretleri, bu hakikate dair olarak—aynı eserin ilk “Haşiye”sinde—şunları zikreder: “Evet, İmam–ı Ali’nin (ra) Ayetü’l–Kübrâ hakkında verdiği haberi, tam tamına Denizli hâdisesi tasdik etti. Çünkü, bu risâlenin gizli tab’ı, hapsimize bir vesile oldu. Ve onun kudsî ve çok kuvvetli hakikatının galebesi, beraat ve necatımıza ehemmiyetli bir sebep oldu.”
Kudsî kaynaklarda çokça senâ ve tebşir edilen Âyetü’l–Kübrâ’nın telif ve neşriyle birlikte bir “fütûhat devresi”nin başladığını da beyan eden Bediüzzaman Hazretleri, böylesine semeredar bir neticenin, başlarına gelen elim musibetleri hiçe indirdiğini muhtelif lâhikalarda nazara veriyor.

Şeyh Arvasi’ye sürgün cezası

Üstad Bediüzzaman, Denizli Mektuplarının yer aldığı 13. Şuâ’daki bir–iki mektubunda, gizli din düşmanlarının aynı dönemde Şeyh Abdülhakîm, Şeyh Abdülbâki ve Şeyh Süleyman gibi zâtlara da zarar verip onları perişan ettiklerinden söz eder. (Şâlar, s. 286, 289)
Yaptığımız araşırmaya göre, gizlice neşredilen Âyetü’l–Kübrâ bahanesiyle “dindar avı”na yönelik yürütülen operasyon, birçok merkezde eşzamanlı olarak başlatılmış.
Isparta, Barla, Eğirdir, Kastamonu, İnebolu başta olmaz üzere, çeşitli il, ilçe ve köylerden toplanan yüzden fazla Nur Talebesine ilâveten, ayrıca İstanbul’dan Sultanahmet Camii imamlarından Şefik Arvasî ve Gönenli Hafız Mehmet Efendi gibi Bediüzzaman’a yakınlık duyan, ya da mektuplaştıkları tesbit edilen zatlar da, ayrı bir grup halinde Denizli Hapishanesine sevk ediliyor.
Öte yandan, yine aynı tarihlerde (17–20 Eylül), ehl–i tarik olarak bilinen Şeyh Abdülhakim Arvasi ve kırk kadar müridi/talebesi de İstanbul’da apansız tevkif edilerek sürgün cezasına çarptırılıyor.
Hadisenin gerisini Şeyh Arvasi’nin has müritlerinden Necip Fazıl’ın yazdıklarından takip edelim.
Necip Fazıl, “Son Devrin Din Mazlumları” isimli eserinde aynı zamanda hocası da olan 83 yaşındaki Şeyh Abdülhakim Arvasi’nin—iki ay sonra vefatıyla sonuçlanan—sürgün hadisesiyle ilgili olarak şunları yazıyor:
“1943 de ilk Büyük Doğu’ları hazırlamanın buhranı içinde, kendilerini uzun müddet görememiştim. Nihayet ilk sayı (17 Eylül) çıkınca, onu elime aldım ve bir arabaya atladığım gibi doğru Eyüb’e…
“Eyüp Camimin kenarından sağa sapıp Kâğıthane’ye giden caddeye çıkar çıkmaz, bir kaç adım ileride, Gümüşsüyü Tepesine tırmanan mezarlık yolu…
“Yoldan koşarak çıktım ve dergâhın her zaman yarı açık kapısından içeriye daldım.
“Ne o?.. Dergâhta kimsecikler yok… Şadırvan boş, camekânlı kısım, zaten her zaman olduğu gibi bomboş… Mescid boş ve harem tarafı kapalı..
“Bağırdım: Kimse yok mu
“Harem tarafından ve uzaklardan bir kadın sesi cevap verdi: Kimi istiyorsunuz?
“Efendi Hazretlerini!
“Götürdüler!
“Kim götürdü, nereye götürdü?
“Polisler alıp götürdü!
“Yıldırım hıziyle Eyüb’e indim ve oradaki alâkalılardan öğrendim ki, Efendi Hazretlerini, o sabah, Örfî İdare emriyle polis Birinci Şube memurları alıp Müdüriyete götürmüşlerdir; belki de Anadolu’nun herhangi bir köşesine sürgün edecekler…
“Soluğu hemen Polis Müdüriyetinde aldım. Hüviyetimi belirttim ve Efendi Hazretlerini görmek istediğimi söyledim.
“Akşam vakti olmasına rağmen Birinci Şubeden dileğimi kabul ettiler; fakat Efendi Hazretleri yerine, onunla beraber sürülen nedimi Şakir Uçışık’la görüşmeme müsaade ettiler.
“Görüştük, öpüştük. Fakat böyle anların manevî baskısı Örfî (Sıkıyönetim) yüzünden midir, nedir, hiç bir şey konuşamadık. Hiçbir şey yapamadık…
“İdare emriyle Istanbuldan çıkarılıyorlar; Efendi Hazretleri İzmir’e, Şakir de Mersin’e sürülüyor; bütün bildiğimiz bu kadar.
“…Halbuki her şeyi bir tarafa bırakmalı, geceyi Müdüriyette veya Müdüriyetin kapısı önünde geçirmeli, Efendi Hazretlerine vapura kadar refakat etmeli, oradan zıplayıp Ankara’ya gitmeli, Efendi’nin İstanbula döndürülmesi için çırpınmalı, olmazsa İzmir’e gitmeli, yanından ayrılmamalı, son nefesine kadar beraberinde kalmalıydım.
“Bütün bunlar, vaktiyle yapamamış olmaktan döğündüğüm şeyler… (Age, s. 176–77)

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*