Kuvve-i hayâliye, mâhiyet-i insâniyenin bir hizmetkârıdır. Bâtınî bir hasse, hattâ insaniyetin bir kuvâsı ve hâdimidir. Ancak bu hizmetkârı dünya lezzetleri tatmin etmemektedir. Mâhiyet-i insâniye, ebediyetle fıtraten alâkadardır. Bu alâkadarlık cihetiyle de özellikle kuvve-i hayâliye dünyaya sığmamaktadır. Ancak insanın kuvve-i hayâliyesi îmânın meyvelerinin lezzetiyle mesrur olabilir.
İnsanın, emelleri, arzuları ve elemleri ve belâları dairesi, gözü, hayâli nereye yetişirse ve gidinceye kadar geniştir. Bu cihetle de onun duygularını ve hayâllerini ibâdet, tevekkül, tevhid, teslim tatmin edebilir.
Öncelikle hayâlin mânevî bir vücuda sahip olduğunu söyleyebiliriz. Hayâl hakîkat ötesi bir algılama biçimidir. İnsanın daire-i ihtiyâcından mânevî âlemlerde bulunanlara sûretler giydirmektir. Hayâlî hakîkatler hayâl âleminde sûretler giyerler ve böylece görünür hâle gelirler. Bu sûretler sadece görünürler, müşahhas olarak elle tutulamazlar. Hayâlin elinde icâd kabiliyeti yoktur. Ancak elinde bulunan irtisâm malzemelerini kullanarak güzel tahayyüller yapar. Bir şeyi gördükten sonra veya görmeden önce zihinde şekillendirme ve hâfızanın yardımıyla bir şeyler canlandırmadır.
Hayâl, rûhun mukayyed sınırları aşarak çok ilerilere hamletme hâlidir. Böylece insanın sınırsız duygularının mukaddimesi noktasında önemli bir işleve sahiptir. İnsan aklının ve mantığının algılama sınırlarını zorlayan ve kayıt altına alınamayan ve tutulamayan bir konumdadır. Hayâlde zaman kavramı ortadan kalkar ve insanın en hızlı ve en geniş duygusudur. Böylece zaman ve yer kaydına takılmadan hareket edebilir. Hakîkati tam bilinmeyen ve zihinde tasarlanan dimağın tahayyül mertebesinde mâkes bulan hâldir.
Esâsında hayâl insanın ihtiyaç dairesinde tayerân eder. Hayâl nereye giderse insanın oraya münâsib ihtiyaçları vardır ki, yüce Rabbimiz o ihtiyaçlara hayâl cenâhı ile karşılık vermektedir.
Hayâl, aklî şeylerden dahâ ziyâde temsillerle hayâlî şeyleri kabule dahâ yakındır. Bu sebeple de akla muhâlif olan şeyleri ve alışılmamış olanları hayâl gayet basit bir şekilde kabul eder ve kendine dost olarak görür. Böylece gizli ve görünmeyen şeyleri hazır olarak kabul eder ve hisse de kabul ettirir.
İnsanın “havâssının en genişi hayâl olduğu halde, o hayâl akıl ve aklın semerelerini ihata edemez. 1” Çünkü akıl hayâlî şeyleri tartmakta zorlanır. Hayâl, kayıt altına girmediği için ilgi alanı çok geniştir. Muhâkeme yerine hayâlî temsillerle uğraşır.
Herkesin kalb, rûh, hayâl cihetiyle bir anda pek çok yerlerle temas edip alâkadarâne bulunması bu duygularının sınır altına alınamamasından kaynaklanıyor olmasıdır.
Hayâl bir binit gibi üzerine binilerek âlemleri tayerân eden bir hâvastır. Çünkü insan kâinatın küçük bir numûnesi ve çekirdeği hükmündedir. Bu cihetle de kâinatı kuşatan havass ona dercedilmiştir. Böylece kâinatı merak ediyor ve o merak duygusu hayâl ile gideriliyor olmalıdır. Hayâl bir nev’î eşyayı tay edip âlem-i şehâdetten sıyrılma hâli gibi bir durumdur.
Risâle-i Nûr eserlerininde Üstad Bedîüzzamân Hazretleri hayâl ile ilgili çok teferruâtlı îzâhlar yapmıştır. Hayâlin mâhiyetine, müsbet ve menfî cihetlerine açıklık getirmiştir. Bâ’zen muhataplara “Gel! Bu zamandan tecerrüd edip, fikren Asr-ı Saadet’e ve hayâlen Ceziret-ül Arab’a gidiyoruz”2 derken; bâ’zen de “Hayâlî sinema perdeleri dahi, bunun kadar muntazam olamaz”3 demiştir. Risâle-i Nûrlardaki temsilî hikâyecikler için de “hayâlî hikâyeler değil, doğru hakîkatlerdir” 4 şeklinde hikâyelerin mâhiyetini açıklamıştır.
Bedîüzzamân Hazretleri Kur’ân âyetlerinin “hayâle nûranî büyük bir ağacın vücudunu tahayyül ettireceğini ve hayâle telkin ettiğini”5 beyan eder. Yine “İnsanlarla sohbet arzu ettiğim vakit, hayâlen sizleri yanımda bulur, bir hasbihâl ederim, sizinle müteselli olurum”6 demektedir. Ayrıca kuvve-i hayâliye için “aklın bir hizmetkârı ve tasvircisi”7 tesbitini de yapmıştır. Bir başka eserinde de “Hem Levh-i Mahfuz’un, hem âlem-i misalin iki hücceti ve iki küçük nümunesi ve iki noktası, insanın başında olan kuvve-i hâfıza ve kuvve-i hayâliye mercimek küçüklüğünde iken, hiç karıştırmayarak kemal-i intizam ile, içlerinde bir büyük kütübhane kadar malûmatın yazılması kat’î isbat eder ki; o iki kuvvenin nümune-i ekber ve a’zamları, âlem-i misal ile Levh-i Mahfuz’dur”8 tesbitleri ile de kuvve-i hâfıza ve kuvve-i hayaliyenin nümune-i ekber ve a’zamlarının, âlem-i misâl ile Levh-i Mahfuz olduğu açıklamıştır.
Üstad Hazretleri “herkesin akıl ve hayâl ve nazarı her vakit semâya gider”9 diyerek akıl ve hayâlin sınırlarının çok muhît olduğuna da işaret etmiştir. On Yedinci Söz’de ise “Hattâ hayâl nereye gitse, ihtiyaç dairesi dahi oraya gider. Orada da hâcet vardır. Belki her ne ki elde yok, ihtiyaçta vardır. Elde olmayan, ihtiyaçta vardır. Elde bulunmayan ise hadsizdir”10 îzâhlarıyla hayâlin gittiği yere kadar insanın emellerinin ve ihtiyaçlarının uzandığına işaret edilmiştir. İnsanın elinde olmayanların ihtiyaç dairesinde olduğunu ve böylece o ihtiyaç dairesine kuvve-i hayâlîye ile tayerân ettirildiğini anlamış oluyoruz. Kuvve-i hayâliyenin mâhiyetini ve insana derc edilmesinin bir sırrını daha aralıyoruz. İnsan ise bu sonsuz ihtiyaçlarına belki hayâlen ulaşabiliyor ancak “Hâlbuki daire-i iktidâr, kısa elimin dairesi kadar kısa ve dardır”11 sırrıyla bu dünyada sınırsız emellerine ulaşamadığını görüyoruz. Çünkü ihtiyaç dairesi nihayetsiz olduğu halde iktidâr dairesi çok dar ve kısadır.
Esasında gelen şu cümle de bir sırrı keşfetmektedir: ”Herbir hayâlde bu çiznök (küçük nohut tanesi) gibi bir dâne-i hakîkat bulunmak şarttır.” 12
Evet, insanın her bir hayâlinde çok küçük de olsa bir hakîkat dânesinin bulunması ne kadar mânidardır. O hakîkat danesi bir nüve ve çekirdek misillü neşvünemâ bulmalıdır. Demek insan, kâinata serpiştirilmiş hakîkat danelerine hayâl ile tayerân ederek o hakîkatlere uruc ettiriliyor.
Bedîüzzamân Hazretleri tedâ’î-i hayâlât (hayallerin çağrışımı) için çok mühim îzâhlar yapmıştır. Şöyle ki: “Tedâ’î-i hayâlât, tahattur-u faraziyat, bir nevî irtisam-ı gayr-ı ihtiyarîdir” diyerek istenmeyerek hayâle gelen düşüncelerin hayırdan ve nûraniyetten olsa hakîkatin hükmünün bir derece suretine ve misâline geçeceğini söyler. Eğer hayâle gelen irtisam-ı gayr-ı ihtiyarî düşüncelerin “şerden ve kesiften olsa, aslın hükmü ve hassası, sûretine geçmez ve timsaline sirayet etmez”13 tesbitlerinde bulunur.
Böylece tedâ’î-i hayâlât “Madem ki ihtiyarsız ve rızâsız bir tahattur-u farazîdir, bir tedâ’î-i hayâlîdir; nehiy ona taalluk etmez. O dahi ne kadar çirkin ve pis bir şey’in sureti dahi olsa, çirkin ve pis olmaz”14 tesbitleri ile de insanın çok önemli bir probleminin tedâvi reçetesi yazılmış oluyor.
Hem “Mânâlar kalbden çıktıkları vakit, sûretlerden çıplak olarak hayâle girerler, oradan suretleri giyerler. Hayâl ise, her vakit bir sebep tahtında bir nev’î suretleri nesceder. Ehemmiyet verdiği şeyin sûretlerini yol üstünde bırakır. Hangi mânâ geçse, ya ona giydirir, ya takar, ya bulaştırır, ya perde eder.”15
Bir fiillin bidâyetinde müyûlat-ı kalbîye ve tesirât-ı hâriciye vardır. Mânâlar kalbden çıplak olarak dimağın birinci mertebesi olan tahayyüle girer ve hazinetü’l-hayâlde suretler giymeye başlar. Hazinetü’l-hayâl çok çeşitli suretlerin mahzeni hükmündedir. Temsiller o hazinenin en çok istimâl ettiği malzemelerdir. Bu sebeple de hayâl her vakit bir sebep tahtında devamlı değişik sûretler dokur. Bu gezinti ve dokumalarda önemli olan o hayâl hazinesinde bulunan dâne-i hakîkati bulabilmek ve ona ehemmiyet vermektir. Hayâl bu hazine denizinde çok hızlı olarak sûretlerden sûretlere ve temsillerden temsillere gider gelir ve bulduğu her sûreti kalbden gelen mânâlara giydirmeye çalışır. Ancak önemli olan nokta hayâl hazinesinde bulunan dâne-i hakîkate temiz sûretleri giydirmek ve o hakîkate ehemmiyet verip dimağın ikinci mertebesi olan tasavvur mertebesine taşıyabilmektir. Bu aşamadan sonra o dâne-i hakîkat dimağda taakkul, tasdîk, iltizâm, iz’ân ve i’tikâd noktalarına taşınmasıdır. İşte o dâne-i hakîkatin hazinetü’l-hayâlde bulunan ve ehemmiyet verilerek dimağda mertebelerden geçmesine mukaddime olan ilk aşama tahayyül mertebesidir.
Bedîüzzamân “Evet, hakikî terakkî ise; insana verilen kalb, sır, ruh, akıl hattâ hayâl ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, herbiri kendine lâyık hususî bir vazîfe-i ubûdiyet ile meşgul olmaktadır”16 demektedir.
Dipnotlar:
1- Mesnevî-i Nûriye, 2006, s: 105.
2- Sözler, 2004, s: 119.
3- Sözler, 2004, s: 94.
4- Sözler, 2004, s: 82.
5- Mektubat, 2005, s :32.
6- Mektubat, 2005, s :36.
7- Sözler, 2004, s: 149.
8- Emirdağ Lâhikası, 2006. s: 439.
9- Sözler, 2004, s: 289.
10- Sözler, 2004, s: 340.
11- Sözler, 2004, s: 340.
12- Muhâkemât, 2006, s: 125.
13- Mektubat, 2005, s: 65.
14- Mektubat, 2005, s: 66.
15- Sözler, 2004, s: 434.
16- Sözler, 2005, s: 514.
Benzer konuda makaleler:
- Kuvve-i akliye-i melekiye ve zihin
- Hacet kapısı
- Bediüzzaman’da insan problematiği
- Risâle-i Nur’dan tefeyyüzlerim (Ruh, kalb, vicdân tefekkürleri)
- Risale-i Nur’da kuvvaların izahı
- İradenin oluşumunda meyelân ve mertebeleri
- Şu temelsiz ömür, rüzgâr gibi uçar gider
- Hevâyı hüdâya sevk etmek
- Peygamberlere ihtiyaç var mıdır?
- Hadsiz musîbetlere iman dersleri ile dayanılır
İlk yorum yapan olun