Dağların fışkırmasıyla zemin teneffüs eder

Image

Zemin o dağların fışkırmasıyla ve menfeziyle teneffüs edip, zararlı olan sarsıntılardan ve zelzele-i muzırradan kurtulup, vazife-i devriyesinde sekenesinin istirahatlerini bozmuyor.

Dağlar ve sahralar, seyahat-ı fikriyede bulunan o yolcuyu çağırıyorlar “Sayfalarımızı da oku” diyorlar. O da bakar, görür ki: Dağların küllî vazifeleri ve umumî hizmetleri o kadar azametli ve hikmetlidirler; akılları hayret içinde bırakır.

 Meselâ, dağların zeminden emr-i Rabbânî ile çıkmaları ve zeminin içinde, inkılâbat-ı dahiliyeden neş’et eden heyecanını ve gazabını ve hiddetini, çıkmalarıyla teskin ederek, zemin o dağların fışkırmasıyla ve menfeziyle teneffüs edip, zararlı olan sarsıntılardan ve zelzele-i muzırradan kurtulup, vazife-i devriyesinde sekenesinin istirahatlerini bozmuyor. Demek, nasıl ki sefineleri sarsıntıdan vikaye ve muvazenelerini muhafaza için onların direkleri üstünde kurulmuş; öyle de, dağlar, zemin sefinesine bu mânâda hazineli direkler olduklarını, Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan, “Dağları direk yapmadık mı?” (Nebe’ Sûresi: 78:7), “Yeryüzünde sâbit dağlar diktik.” (Hicr Sûresi: 15:19), “Dağları sapa sağlam dikti.” (Nâziât Sûresi: 79:32) gibi çok âyetlerle ferman ediyor.

Hem meselâ dağların içinde zîhayata lâzım olan her nevî menbalar, sular, madenler, maddeler, ilâçlar o kadar hakîmâne ve müdebbirâne ve kerîmâne ve ihtiyatkârâne iddihar ve ihzar ve istif edilmiş ki, bilbedahe, kudreti nihayetsiz bir Kadîr’in ve hikmeti nihayetsiz bir Hakîm’in hazineleri ve ambarları ve hizmetkârları olduklarını ispat ederler diye anlar. Ve sahra ve dağların dağ kadar vazife ve hikmetlerinden bu iki cevhere sairlerini kıyas edip, dağların ve sahranın umum hikmetleriyle, hususan ihtiyatî iddiharlar cihetiyle getirdikleri şehadeti ve söyledikleri “Lâ ilâhe illâ Hû” tevhidini, dağlar kuvvetinde ve sebatında ve sahralar genişliğinde ve büyüklüğünde görür, “Âmentü Billâh” der.

Şuâlar, Yedinci Şuâ, s. 106

***

“Yeryüzünü bir döşek, • dağları birer kazık yapmadık mı? • Sizi de çift çift yarattık.” (Nebe’ Sûresi: 6-8.)

“Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor.” (Rum Sûresi: 50.)

Küre-i arz bir kafadır ki, yüz bin ağzı vardır. Her bir ağzında yüz bin lisânı vardır. Her lisânında yüz bin bürhanı var ki, her biri çok cihetle Vâcibü’l-Vücud, Vâhid-i Ehad, herşeye kadîr, herşeye alîm bir Zât-ı Zülcelâlin vücûb-u vücuduna ve vahdetine ve evsâf-ı kudsiyesine ve Esmâ-i Hüsnâsına şehâdet ederler.

Evet, arzın evvel-i hilkatine bakıyoruz ki, mâyi haline gelen bir madde-i seyyâleden taş ve taştan toprak halk edilmiş. Mâyi kalsaydı, kâbil-i süknâ olmazdı. O mâyi taş olduktan sonra demir gibi sert olsa idi, kâbil-i istifade olmazdı. Elbette buna bu vaziyeti veren, yerin sekenelerinin hâcetlerini gören bir Sâni-i Hakîmin hikmetidir.

Sonra, tabaka-i türâbiye, dağlar direği üzerine atılmış; tâ içindeki dahilî inkılâblardan gelen zelzeleler, dağlarla teneffüs edip, zemini hareketinden ve vazifesinden şaşırtmasın, hem denizin istilâsından toprağı kurtarsın, hem zîhayatların levâzımât-ı hayatiyesine birer hazîne olsun, hem havayı tarasın, gazât-ı muzırradan tasfiye etsin—tâ teneffüse kâbil olsun—hem suları biriktirip iddihar etsin, hem zîhayata lâzım olan sâir mâdenlere menşe’ ve medâr olsun.

İşte, bu vaziyet bir Kadîr-i Mutlak ve bir Hakîm-i Rahîmin vücûb-u vücuduna ve vahdetine gayet katî ve kuvvetli şehâdet eder.

Sözler, 33. Söz, 22. Pencere, s. 615

LÜGATÇE:

menfez: Delik, açıklık, aralık, çatlak.

zelzele-i muzırra: Zarar verici deprem.

vazife-i devriye: Dönme vazifesi.

sekene: Sâkinler, kalanlar, oturanlar

sefine: Gemi.

mâyi: Sıvı şeklinde olan.

madde-i seyyâle: Akıcı madde.

kâbil-i süknâ: Oturmaya elverişli, oturulabilir.

tabaka-i türâbiye: Toprak tabakası.

gazât-ı muzırra: Zararlı gazlar.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*