Güneş en güzel orada doğdu…

Ve güneş en güzel orada battı…
Çünkü orada canlı bir güneş vardı.
Orada o güneşin aydınlattığı insanlar vardı.

Hicaz makamından bir ninni dinler gibi annesinden çocuklar, en güzel uykuya orada dalıp orada uyandılar. Belki azdı, ama en doyurucu uykulardı onlar. Uykular ki, uyanmak için vardı.

Ve uyanışlar… Yataksız topraklardan dipdiri kalkışlar… Yeni bir fethe çıkmak için sabırsızlanan atlar… Ayaklarıyla kumları eşeleyen, yelelerini silkeleyen atlar… Hiç dinlenmeden, çatlarcasına koşmaya hazır atlar…

Bir yandan Atlas Okyanusu’na, diğer yandan Çin’e kadar. Hiç dinlenmeden koşacak atlar oradaydı. Sadakatin burcuna bayrağı dikecek vefalı arkadaşlar oradaydı… Dalgalar sahile doğru koştukça ve kavuştukça, onlar da bir hasreti kucaklardı oracıkta. İnsanlığın tarihi orada yazılacak, orada başlayacaktı. Kaderin konuştuğu yerde onlar susacaktı.

Ve Mescid-i Nebevî dolar taşardı her vakit o vefalı arkadaşlar ile… Kurumuş hurma yapraklarıyla örtülen mescidin tavanı da direkleriyle arkadaştı. Onlar ne muhteşem insanlardı. Hepsi omuz omuzaydı. Alınlarında secde izleri parlardı. Seccadeleri ise kumlardı. Tenleri ve terleri çabuk karışsın diye toprağa, toprağın da, kumun da hasretini dindirsin diye…

Alnın gözyaşlarıdır terler.
Terler ki secdeyi özler.
Orada…

Bir secde, bir ömre bedeldi. Asrın sağır kulaklarına seslenecek sesler, dalga dalga buradan çoğaldı. Burada hayatı yeniden tanıdı ve âdeta yeniden yaratıldı. Aynaya gerek yoktu. Her biri diğerine aynaydı. Çünkü o aynalarda o güneş parlıyordu.

Ne zaman o devirden bir yaprak açılsa, bir hatıra dile gelse, insan önce kendinde arıyor numunesini. “Heyhât! Ne kadar da uzaklardayız şimdi o renkten, o sesten…” diye hayıflanıyor kendi kendine. İnsan, o devre ve o devrin şanlı erlerine âşık oluyor hemen. Şimşek hızıyla… Hangi bir hatırayı duysa insan, coşuyor hemen yeniden. Ve anlıyor ki; bu öyle böyle bir devir değil. Çağların gerisinden gelen hiç değil. Eski değil, hiç eskimeyen, yepyeni bir devir…

Zaman, korkunç daire; ilk ve son nokta nerde?
Bazı geriden gelen, yüzbin devir ilerde!
– Necip Fâzıl Kısakürek

Zaman da insan gibi bir mahlûk. Kimi zamana mahkûm, kimi zamana hâkim… Saatin sarkacı, ümit ile korku arasında yürürken, mescid şehir, şehir de mescid oldu, daire tamam oldu. Onlar bu dünyada sadece bir şey için vardı. Gözlerinde sadece o mânâ tüterdi. Tek hakikat hâkim olsun, tek Allah razı olsun, yeterdi. Hep hiçe saydılar hayatı. Sonunda ölüm de olsa… Dâvâları için canlarını vermek kolaydı. Onlar canlarını değil, hayatlarını verdiler.

O devre ait her hatıra böyledir.
İşte size o devrin, Asr-ı Saadet’in bir incisi…
Her biri, bir öncekinin bir “incisi”.
Her biri, ötekinin habercisi.
Her biri o güneşin bir tecellisi. Her biri Sevgililer Sevgilisi’nin (asm) sahabesi…

Bir küçük çekirdekten koskoca bir ağaç çıkaran Allah, bir avuç topluluktan da dünyaları fethedecek erler, meyveler çıkardı. Çöl ağacının meyvesi çabuk olgunlaştı. O asrın mayası bereketliydi. Zaten nasıl olabilirdi ki bu değişim? Başka türlü olması mümkün değildi. Ondan beş dakika da olsa dersini tam alan bir mü’min, ölümü hiçe sayan bir kahraman olup gitti.

Hayat mı? Uğruna ölünecek bir dâvâsı olan için, o da bir hiçti. Hepi kazanmak için hiçi feda ettiler. Onlar ki, en güzel dersi ölüme meydan okurken verdiler. Ölümsüz bir dâvâ uğruna can verdiler.

Bu kadar kuşu tartamazdı dallar. Kuşlar ki, daha akşam olmadan, güneşe doğru uçtular. Son yolculuk öncesi göklerde buluştular. Şimdi bir kanat şakırtısı kaldı onlardan geriye. Duyabilsin diye yaşayan her diriye…

İman, gayret, sadakat, vefa.. onların en başta gelen hasletleriydi. Onlarda parlayan ve ışıldayan ne varsa, hep o canlı güneştendi.

Ey canlı güneşimiz (asm)! Şimdi üşüyor içimiz. Isıt bizi ne olur. Uzaklardayız, kutuplardayız. Senden çok uzaklardayız. Bağrımıza bir kor ateş düşür, ne olur… Erisin aramızdaki buzullar. Kaynasın bizim de içimiz. Doysun, taşsın, aksın. Bir deniz olsun sana doğru bir damla gözyaşımız. İçimizi hasretinle ve sevginle yakan ve temizleyip yıkayan o bir damlacık gözyaşımız. Ne olur Allah’ım, kabul buyur; budur Senden niyazımız…

Parça, bütünden habercidir. Bu kıssa, o asırdan tek bir karedir. Kareleri bir araya getirip bakınca, hayretimizden susmak düşer payımıza. Yıldızlı gecede semâya bakıp da derdi kederi kalmayan bir yolcu gibi… Sükût ki, gecenin ışığı, çölün sözü rüzgâra bırakması… Susmak düşer bize. Susalım o hâlde… Sözü çöle bırakalım. Kumlar konuşsun, rüzgâr konuşsun, hatıralar dile gelsin, kumlar konuşsun…

Beyhude uğraşma ey kalemim… Kalbim sustu, sen de kim… Sen onları anlatamazsın. Bırak da onlar konuşsun…
***
Hz. Ömer (ra) arkadaşlarıyla sohbet ederken, huzura üç genç girer. Derler ki:
“Ey halife, bu aramızdaki arkadaş, bizim babamızı öldürdü. Ne gerekiyorsa lütfen yerine getirin.”
Bu söz üzerine Hz. Ömer (ra) suçlanan gence dönerek:
“Söyledikleri doğru mu?” diye sorar. Suçlanan genç:
“Evet, doğru!” der.
Bu söz üzerine Hz. Ömer (ra):
“Anlat bakalım, nasıl oldu?” diye sorar.
Bunun üzerine genç anlatmaya başlar:

“Ben bulunduğum kasabada hâli vakti yerinde olan bir insanım. Ailemle beraber gezmeye çıktık, kader bizi bu arkadaşların bulunduğu yere getirdi. O sırada hayvanların arasında her görenin bir kez daha dönüp baktığı güzel bir atım vardı. Hayvanıma ne yaptıysam, bu arkadaşların bahçesinden meyve koparmasına engel olamadım. O sırada arkadaşların babası içeriden hışımla çıktı, atıma bir taş attı ve atım oracıkta öldü. Nefsime bu durum ağır geldi. Ben de bir taş alıp attım, bu defa babası öldü. Kaçmak istedim, fakat arkadaşlar beni yakaladı. Durum bundan ibaret” dedi.

Bu söz üzerine Hz. Ömer (ra):
“Söylenecek bir şey yok. Bu suçun cezası kısas (idam). Madem suçunu da kabul ettin” dedi.
Bunun üzerine delikanlı söz alarak:

“Efendim, bir özrüm var.” diyerek konuşmaya başladı. “Ben memleketimde zengin bir insanım. Babam rahmetli olmadan bana epey bir altın bıraktı. Gelirken kardeşim küçük olduğu için saklamak zorunda kaldım bunları. Şimdi siz bu cezayı infaz ederseniz, yetimin hakkını zayi ettiğiniz için Allah (cc) indinde sorumlu olursunuz. Bana üç gün izin verirseniz, ben emaneti kardeşime teslim eder, gelirim. Bu üç gün içinde yerime birini bulurum.” der.

Hz. Ömer (ra) dayanamaz:
“Bu topluluğa yabancı birisisin. Senin yerine bu cezayı çekmek için kim kalır ki?”
Sözün burasında genç adam, çevresindeki topluluğa dikkatlice bir göz atar:
“Bu zat benim yerime kalır.” der.

O zat dediği, Peygamber Efendimiz’in (asm) yakın arkadaşlarından Amr ibn Âs’tan (ra) başkası değildir. Hz. Ömer (ra) Amr ibn Âs’a (ra) dönerek:

“Ey Amr, delikanlıyı duydun mu?” der.
O yüce sahabe:
“Evet, ben kefilim” der ve genç adam serbest bırakılır.
Üçüncü günün sonunda verilen mühlet dolmak üzeredir. Fakat gençten henüz bir haber yoktur.
Medine’nin ileri gelenleri Hz. Ömer’e (ra) çıkarak gencin gelmeyeceği, dolayısıyla Amr ibn Âs’a (ra) verilecek idam yerine maktûlün diyetini (öldürülenin can bedelini) vermeyi teklif ederler. Fakat gençler razı olmaz ve:

“Babamızın kanı yerde kalsın istemiyoruz.” derler.
Hz. Ömer (ra) kendinden beklenen cevabı verir:
“Bu kefil babam olsa fark etmez. Cezayı aynen uygularım.”
Hz. Amr ibn Âs (ra) ise, tam bir teslimiyet içinde:
“Biz de sözümüzün arkasındayız.” der.

İnfaz saatine çok az bir zaman kala heyecan, üzüntü, tereddüt ve tedirginlik içindeki toplulukta bir dalgalanma olur. İnsanların arasında o genç görünür. Hz. Ömer (ra) gence der ki:

“Delikanlı, ölümden kurtulmak için gelmeme gibi önemli bir fırsatın vardı. Neden geldin?”
Genç ağırbaşlı bir edayla başını kaldırır. Günümüz insanı için pek de önemli olmayan:
“Ahde vefasızlık etti dedirtmemek için geldim.” der.
Hz. Ömer (ra) bakışlarını bu defa Amr ibn Âs’a (ra) çevirir:
“Ey Amr, sen bu delikanlıyı tanımıyorsun. Nasıl oldu da onun yerine kefil oldun?”
Amr ibn Âs (ra), gayet soğukkanlı bir şekilde hiçbir zaman unutulmayacak şu cevabı verir:
“Bu kadar insanın içinde bu genç beni seçti. İnsanlık öldü dedirtmemek için kabul ettim.” der.
Sıra gençlere gelir. Onlar da:
“Biz bu dâvâdan vazgeçiyoruz.” derler.
Bu sözün üzerine Hz. Ömer (ra):
“Ne oldu size? Az evvel ‘Babamızın kanı yerde kalmasın’ diyordunuz. Ne oldu da vazgeçiyorsunuz?” der.
Gençlerin cevabı bu muhteşem tabloyu tamamlayıcı ve hepsinden daha düşündürücüdür:
“Bu dünyada merhametli insan kalmadı dedirtmemek için.”
***
Rabbimize sonsuz hamd ile, Efendimiz’e (asm) sonsuz salât-ü selâm ile…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*