Hücreden insana mucizevi gelişmeler

Aziz Dostlarım,

Biz, burada bir insanın merak etmesi gereken ve kendi kendine sorgulaması icab eden bir kaç sorunun doğru cevabını ve yollarını arıyoruz. Bunlar: Ben nasıl yaratıldım? Ne için yaratıldım? Bana giydirilen bu kusursuz mükemmel vücut’tan maksat nedir? Yine bana bahşedilen bu hayatı, huzurla ve mutlulukla yaşamam için; her şeyiyle benim için yaratılan şu muntazam dünya’ya bakışım nasıl olmalıdır? Ve benzeri problemleri halletmek ve çözmektir.

Aslında, atmosferiyle, mevsimleriyle, özellikle baharın bütün şa’şasiyla ve güzelliğiyle bu dünya, insanların mutluluğu için yaratılmıştır. Ama, kendisini mutsuz kılan yine insanın kendisidir. Dolayısıyla, mutsuz insan yoktur. Mutlu olacağına inanmayan insan vardır. İnsanları yoran, yorgun kılan yaşam değil, olanlara, olaylara bütüncül değil, parça parça bakışları ve inandıkları yanlış kalıplar, dar görüşler ve sathi düşünceleridir.

Her şeyin merkezinde, odak noktasında hayat vardır. Evet, “Vücudun kemâli hayat iledir. Belki vücudun hakiki vücudu hayat iledir. Hayat, vücudun nurudur. Şuur, hayatın ziyası (ışığı – aydınlığı) dır. Hayat her şeyin başıdır ve esasıdır. Hayat; her şeyi, her bir hayat sahibine mal eder. Bir şeyi, bütün eşyaya malik hükmüne geçirir. Hayat ile yaşıyan biri diyebilir ki; “Şu bütün eşya, malımdır, Dünya hanemdir. Kâinat, mâlikim tarafından verilmiş bir mülkümdür” nasıl ki ışık (ziya) cisimlerin görülmesine sebebtir ve renklerin varlığının da sebebidir. Öylede: Hayat dahi varlıkların keşşâfı, yani keşfedicisidır.”(1)

Evet, Allâh’ın bir ismi “HAYY” olduğu gibi, bir sıfatı da “HAYAT”tır. O’nu tanımanın bir yolu da, bu hayat, yani yaratılanların üzerindeki âyetleri müşahede etmek ve okumakla mümkündür. Yani, Kur’an ayetleri ve O’nun açıklayıcısı hükmünde olan varlıklar âlemindeki âyetleri ve âlametleridir*

Yoldaki işaretler nasıl ki, yolcunun gözünü kendilerine değil, gideceği istikamete yöneltiyorsa, her bir tabiat olayı da bir âyet, bir işaret, bir sembol olarak, bizim dikkatimizi kendilerinin ötesinde olan Allâh’a yöneltir. Göklerde, yerde, her ne varsa ve insanların yaratılışında, gecenin ve gündüzün değişmesinde, rüzgarlarda, yağmurlarda, asıl konumuz olan insanların kendi yaratılışında ve hayatında; kısaca objektif ve subjektif bütün âlemde, Allâh bilinç sahibi olan bizlere, pek çok âyetlerini göstermiştir, hem de bütün parlak delil ve bürhanlarıyla…

İslâm filozofu el-Kindi; “Sebebi bilinmeyen acıların şifası olmaz.” Demiş. Burada mühim olan, sebeplerin arkasında müsebbibi, yani o sebepleri vücuda getireni, belli bir düzen ve ölçülerle yaratanı görebilmektir.

Varlıklar âlemini inceleyince, -Gazzalî’nın el Hikme fî mahlukati’l-lâh adlı eserinin mukaddimesinde, belirttiği gibi- fevkelâde incelikler ve dakik bir nizam görülmektedir. Atomlardan galaksilere kadar, bu kâinat hassas bir saat gibi işlemektedir. Hatta saat’ten öte, saatler onların işleyişiyle ayarlanmaktadır. Bütün faydalar, hikmet ve maslahatlar, bu dakik nizam üzerinden yürütülmektedir. Kâinat adeta organik bir bütün gibi çalışmaktadır.(2)

Her gün yeni kurulan ve gelişen ilim dalları, işte bu nizamın incelenmesinden doğuyor, onların genel anlamdaki kanunlarını buluyor. Zira nizam olmayan yerde kanun düşünülemez. Bu itibarla tabiî ilimler, kâinatın sahifelerindeki nizam ve disiplini açıkça okutan parlak birer delildirler. Her bir ilim dalı, Şeytani şüpheleri kovmak için, onları yakıp geçen birer yıldız gibidir. Nitekim St. Mille, “Tabiatı düzenleyen ve yöneten hâkim bir düşüncenin yokluğunu iddia etmek imkânsızdır” derken, Fransız Fizyoloji bilgini, P. Flourens de, “Bütün kısımları arasında şaşılacak, akla uygun bağlılıklar bulunan organik bir cismin, fiziksel öğelerin, kör bir rastlantıyla bir araya gelmiş olduğunu iddia etmek ve tasarlamak gülünçtür.” Der.(3)

Şu halde, kâinat’ta ve kâinat’ta yaratılan her bir şeyin, ince hassas mizanlarla bir düzenlemeden geçirilerek dizayn edildiklerini görüyoruz. Kur’an’ı Kerim, baştan başa bu gerçeklere dikkatlerimizi çekerek bu nizamın, bu kurulu düzenin nazımını, yani tanzim edicisini bizlere bildirir, tanıttırır.

İnsanın yaratılışına tekrar dönecek olursak; onda da bu mükemmel nizam ve kanunları bariz bir şekilde müşahede ediyoruz.

Bir nutfe (sperm-embriyo) den başlamak üzere, tam bir insan teşkil edilene kadar, ana rahminde cereyan edenlerin, meydana gelen gelişmelerin an be an, her saat başı düzenli, sistemli bir kanun çerçevesinde, halden hale, şekilden şekillere kalbedilip girdiğini, evrildiğini görüyoruz. Allâh Te’al’a çok ayetlerde, bu hakikate işaret etmiştir. Mesela: “Allâh her şey için bir ölçü koymuştur”(4) “O’nun yanında her şey bir miktar (ölçü) iledir.”(5) “Biz, her şeyi bir ölçüye göre yarattık”(6) buyurarak; her şeyin, daha önce belirlenmiş bir ölçü ve kâder ile tayin edildiğini, programlandığını ve bu düzen ve intizam üzerinde hassasiyetle düşünülmesinin gereğini ifade etmiştir. Kur’an, zaten aklı muhatap kabul ederek devamlı tefekküre davet eder.

Gerçekten bazı tefekkürsüz insanlara şaşmamak mümkün değildir. Eğer bir mahir ressâmın, bir duvara veya tabloya çizdiği bir insan figürüne dikkatlice baksanız; “Bu tıpkı bir insan gibi” demekten kendinizi alamazsınız, şaşkınlığınızı gizleyemezsiniz. Böyle bir durumda sen, o eseri meydana getiren ressâmın, bu san’at dalındaki maharet ve üstünlüğünü, zekâsını nerede ise, insan üstü bir durum olarak görüp, o ressâma hayranlığını ifade edersin. Biliyorsun ki; o san’atkâr ressâm, elindeki boya, fırça, el becerisiyle o duvar veya tablo üzerinde, bu resmi çizebilme gücü ve bunların da ötesinde, iradesiyle bunu çizmiştir.

Burada ressâmın yaptığı şey, maharetiyle beraber özel bir bileşimle ve belli bir program ve düzen içerisinde, o duvara veya tabloya, cansız, hareketsiz ve ruhsuz o şekli resmetmesinden ibarettir.

Nitekim sen kendin, cansız, şekilsiz ve hatta değersiz bir nutfe (sperm) iken, Allâh, aklıyla ve her biri başlı başına birer mucize mesabesinde olan organlarıyla, düşünen, mükemmel bir insan olarak; sana, en güzel şekli verdi ve yine en güzel tasvir ile şekillendirdi. Ayrıca o nutfeyi bir şekilden değişik şekillere, parçalara evirip çevirerek, vücudun en münasip yerlerinde konumlandırdı. Öyle bir anı düşün ki; yüzünün üzerinde çizgiler ve şekiller çiziliyor, Nakkaş (nakşedici) denilen o İlâhî ressâm, göz bebeğini, kirpiklerini, kaşlarını bir ay misali, alnını, yanaklarını, dudaklarının biçimini bozmadan en güzel ve en münasip şekilde yaratıyor.

Ancak gözle görülmez o küçücük nutfenin içinde ve ne de dışında, her hangi bir ressâm veya nakkâş göremiyorsun. Hatta o nutfenin gelişmesinde, ne annenin, ne babanın ve ne de o nutfe denilen spermin, bu gelişmelerden hiç, ama hiç haberi olmuyor, biliyorsun.

Şimdi insanı gerçekten hayran bırakan böylesi bir ressâm veya nakkâş, daha çok hayret ve takdirkâr nazarları hakketmez mi? Bu mükemmel, şahane, güzel mi güzel yaratılışına bakıp, yaratanına hayranlık duymamak akıl kârı mıdır?

İlgili konuya dair, daha önce de nazara verdiğimiz âyeti tekrarlamak istiyoruz, şöyle ki;

“Andolsun, biz insanı çamurdan bir sülâleden (‘süzme’den) yarattık, Sonra onu bir nutfe olarak sağlam bir karar yerine (ana rahmine) koyduk. Sonra o nutfeyi alaka’ya çevirdik, alakayı mudğaya (bir çiğnemlik ete) çevirdik, mudğayı kemiklere çevirdik, o kemiklere de et giydirdik/kapladık; sonra onu bambaşka bir yaratık (olarak inşa edip) yaptık. Yaratanların en güzeli Allâh, ne yücedir(7) buyurmuştur.

Bu ayetler, insanın evvelinden başlıyarak embriyo (cenin) nin yaratılış evrelerini, tedrici aşamalarını anlatıyor. Bu gelişim evrelerini başlıca üç ana evreye ayırdığını görüyoruz.

a- İlk evre, nutfe evresidir.

b- İkinci evre, yaratma evresidir.

c- Üçüncü evre inşa (Neş’et) evresidir.

İkinci evre dört aşamadan oluşur, bunlar: Alaka, mudğa, kemikler ve kemiklere et’in giydirilmesi. Bu evre üçüncü haftadan başlar ve sekizinci hafta sonuna kadar devam eder. Bu evrenin en belirgin özeliği, hücrelerin hızlı bir şekilde çoğalmasıyla, an be an, yeni bir biçime girdiğini ve sistemlerin oluşturulmasına yönelik, müthiş bir canlılığın ve hareketliliğin olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla bu evrede gerçekleşen işlemlerin doğasını ve de ceninin dış görünüşünü ifade etme açısından “yaratma” kelimesi, tamamen uygun bir nitelemedir.

Çünkü cenin yedinci haftada iskelet sisteminin ve sekizinci haftada da kas sisteminin oluşmaya başlaması sonucunda, ne olduğu belirsiz görünümünden, artık belirgin bir insan görünümüne geçmiştir.

Bu âyetlere paralel olarak Hz. Peygamberin İbn Mes’ûd’tan rivayet edilen şu Hâdis-i de; o zamana göre, doğru bir şekilde konuya temas etmesi dikkate değerdir ki:

“Her birinizin yaratılışı; ana karnında kırk gün “nutfe” halinde derlenir toparlanır. Sonra aynı şekilde kırk gün alaka haline gelir. Sonra aynı şekilde kırk gün mudğa olur. Sonra ona ruh verilir.”(8) buyurmuştur

Mudğa safhasında ceninin bir çiğnemlik et olduğundan bahsedilir. Yukarıdaki hadis’te bunların sınırları çizilmiştir. Mudğa devresinin alaka devresinden kırk gün sonra veya döllenmeden yedi hafta sonra başladığını bildirmiştir.

Aşağıdaki listede mudğanın başından sonuna kadar ki evrede, geçirdiği gelişmeyi ve uzunluğu göstermektedir.

İlk döllenme anından başlamak üzere:

İkinci hafta: 1/4 mm;

Üçüncü hafta: 1/4 mm;

Dördüncü hafta: 3 mm;

Beşinci hafta: 5.5 mm

Altıncı hafta: 15 mm. yani (1.5 cm)

Yedinci hafta: 19 mm (iki cm veya bir parmak ucu kadar)

On ikinci haftanın, yani üçüncü ayın sonunda embriyo’nun uzunluğu 7 cm’ye ulaşmaktadır.

Kıymetli okuyucu, yukarıdaki âyetler ile hadis-i şerifteki bilgilerin, bu gün son derece gelişmiş ilgili bilimsel verilerle nasıl uyuştuğu ve ne kadar uyumlu olduklarını gösterme açısından büyük önem arz etmektedir.

İlk insandan başlamak üzere, günümüze kadar insanların ana rahminde döllenmesi ve geçirdiği evreler hep aynı program ve aynı dakik sistem içerisinde cereyan edegelmiştir. Meselâ; sağlıklı bir bebek 9 ay 10 günlük bir zaman zarfında doğmaktadır. Ve bu usûl günümüze kadar hiç değişmemiştir. Bu kanun ve düsturlarda hiç bir sapma, hiç bir inhiraf vâki olmamıştır. Dolayısıyla bu düzen ve intizamın bir tek elden zuhur ettiğini görüyoruz.

Tevhid’de, yani bir tek Allâh’ın varlığına ve birliğinde kolaylık vardır. Çünkü Allâh’a iman, mutlak hakikattir. Eğer bütün kâinat bir yaratıcıya nisbet edilmezse, tabiat’ta ve tabiat’ta mevcut olan her bir sebebe, müessir bir yaratıcılık vermek gerekecektir ki, bu da kabulü imkânsız, âkıl dışı bir hurafe olur.

Tevhid’i kabul etmek, bütün cansız şeylere yaratıcılık vasfı verme safsatasını kabul etmekten, daha kolay ve daha mantıklıdır. Her insanın, bütün kâinat’ta ve konumuz olan insanın doğuş ve yaratılışındaki muazzam intizama bakarak, Allah’ın birliğine kanaât etmesi ve iman etmesi, en tabi’i bir durumdur.

Tevhid’den gayrı inanç sistemleri; ne aklı tatmin eder, ne de Allâh bunlar hakkında bir hüccet indirmiştir. Onlar bir takım şüphelere dayanan vehmi kuvvetlerdir.(9)

İnsan Vahdâniyet inancıyla bu vehmi kuvvetlerin ve hurafelerin tasallutundan, kuruntularından kurtulur, hakiki bir hürriyet ve istiklâle kavuşur.

Ve veciz bir söz:

“Madem her yer misafirhânedir; Eğer misafirhane sahibinin rahmeti yâr ise, herkes yârdır, her yer yarar. Eğer yâr değilse, her yer kalbe bârdır ve herkes düşmandır.”(10)

Dipnotlar

(1) Sözler, s.507

*Âyet: İnkâr edilemiyecek derecede açık delil, kanıtlardır. Alâmet: aynı şekilde, delil ve işaretler demektir.

(2)Fazlurrahman, s.2.

(3) Sena Cemil, Tanrı Anlayışı, Remzi Kitabevi. 1978 s.514 vd.

(4) Talak, 65/3

(5)Ra’d, 13/8.

(6)Kamer, 54/49

(7) Mü’minun 23/12-14

(8) Sahihi Buhari, no: 6594

(9) Necm 53/ 23)

(10) Mektubat, s.86.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*