İlk Medrese-i Nuriye´de

“İnsanın ihtiyâcât-ı zarûriyesi içinde en evvel lâzım olan, mekân ve meskendir. Mekânın en güzeli, nebatât ve eşcâra müştemil olan yerlerdir ve en lâtifi, nebatları arasında suların mecrası olan bahçelerdir ve en kâmil kısmı, ağaçlarının arasından akan nehirlerin çoklukla bulunmasıdır.”

İşârâtü’l-İ’câz’da geçiyordu bu ifadeler. Bakara Sûresinin 25. âyetini açıklayan Bediüzzaman, tefsirini tasvir ederek yaptığı için cümleyi okuyunca zihnimizde Cennet manzaraları canlanmaya başlamıştı.

Zahiren bir mekân arayışı içinde değildik. Herhangi bir meskene de ihtiyacımız yoktu. Bedenimiz rahattı ama ruhumuz sebebini bilmediğimiz hissî sıkıntılarla boğuştuğu için tebdil-i mekân ederek rahatlamak istiyordu.

Onun için bahsi okudukça her türlü çiçek, bitki ve ağaçla kaplı olan, bahçelerinden suların kaynadığı, ağaçlarının arasından ırmakların aktığı ‘mekânın en güzelini’ dünya gözü ile görme hevesine kapılmıştık.

İşârâtü’l-İcâz, Van’da yazıldığı için o havaliyi tahattur ederek başlamıştık tasvir edilen yeri araştırmaya. Biraz düşünüp Üstad’ın ‘Cennet Bahçesi’ diye tavsif ettiği ve içinde Cennet bahsini yazdığı yerin Barla’da olduğunu hatırlayınca hedefimiz değişti.

Bunun üzerine arkadaşlar bir Barla seyahati yapmayı teklif ettiler. Hislerimiz seyahate müheyyâ olduğundan teklifi kabul edip hemen hareket etmek istemiştik ama arkadaşlardan biri lâtife yollu cennete hazırlıksız gidilemeyeceğini söyleyince, iyi bir hazırlık yaptıktan sonra gitmeye karar verdik.

Arkadaşlardan bazıları seyahat programını hazırladı, bazıları maliyetini çıkarıp ne kadar zamanın gideceğini hesap etti. Biri o beldenin tarihini ve içtimai yönlerini, biri Üstadın hayat safahatı içinde Barla’nın yerini, biri de orada telif edilen Risâleleri hazırlamayı üzerine aldı. Daha önce birkaç sefer gelip gitmiş olmam hasebiyle bana da mihmandarlık kaldı.

Barla’ya, Üstadın gittiği mevsimde gitmeyi çok istemiştik ama Üstad oraya 1926 yılında Şubat ayının sonlarına doğru kara yolu olmadığından yelkenli bir sandalla götürülmüştü. Biz hazırlıkları tamamlayıp yola çıktığımızda yaz yarılanmıştı.

Hâl böyle olunca biz de çaresiz, karadan gitmeye karar verdik. Eğirdir’den yola çıktığımızda vakit ikindiydi ama çevreyi temâşâdan kendimizi alamadığımızdan, ancak ışık suya düştüğünde varabildik Barla’ya.

Kasabanın girişinde geçici olarak kalacağımız yer tefsirde tasvir edilen türden güzel bir meskendi. Hane sahibi ‘Işık suya düştü’ diyerek dikkatimizi yakamozlarla kımıldanan büyüleyici mehtap manzarasına çektiğinden uzun süre nazarımızı manzaradan ayırmadık.

Onun için Bediüzzaman’ın mezkûr tefsirde, âdeta gaybî bir nazarla buralara bakarak yaptığı tasvirle tanıdığımız Barla’yı, bu mehtap manzarası ile birlikte temâşâ etmenin hazzını yaşadık.

Aslında Nur Talebelerinin nazarında Barla da bir mehtaptı. Aynen ay gibi Barla’nın da kendine has bir ışığı yoktu. Bediüzzaman sürgün şartlarında da olsa orada bir süre kalmasa, o havalideki insanlar bile bir sebep olmadıkça oradan pek söz etmezlerdi.

Lâkin Risâle-i Nurlar orada telif edilmeye başlanmasının tesiriyle Barla, Kur’ân’dan akseden nuru âleme yansıttığı için dünyanın her tarafında ehli tarafından bilinen ve gezilip görülmek istenen mehtabî bir cazibe kazanmıştı.

O sırada yaşadığımız çifte mehtap manzarasının öylesine uhrevî bir havası vardı ki, sabahleyin bizi zevkli ama yorucu bir gezi programının beklediğini bilmemize rağmen vakit gece yarısını geçip ay batana kadar mehtabın gümüşî parlaklığı ile ruhumuzu durulamaktan kendimizi alamadık.

İkinci gün sabah namazını eda ettikten sonra ilk olarak kabristana gittik. Adım attıkça kuş seslerine karışan kuru çam yapraklarının çıtırtılarını dinleyerek göle bakan yamaca kadar geldik.

Bu fevkalâde mekânda harikulâde bir seher manzarası ile karşı karşıya olmamıza rağmen nazarlarımızı malûm mezarların otlarla bezeli, çiçeklerle müzeyyen zemininden bir an bile ayıramadık.

Kuşluk vaktine kadar, gönlün berraklığı nisbetinde göze manevî hazlar ikram eden o uhrevî iklimde okuduğumuz Kur’ân’ın, Cevşen’in, zikir ve evrâdın mânevî mahsulâtını ruhlara bağışlayarak dünyayı ve berzahı ihata eden müstesna hâller yaşadık.

Sabah güneşi, yer yer altın sarısı sırmalarla parlayan gümüşten bir tülle sardığı Barla Denizi’ni ruhların tenezzühüne hazırlarken biz yönümüzü dağa doğru döndük ve Barla’yı gezmeye başladık.

Arada, yüksek duvarlarla çevrili meyve bahçelerinin içinde tek tük mamur hâneye rastlansa da Barla, yıllar önce düşman baskını veya hastalık salgını yüzünden alel acele terk edilmiş gibi görünüyordu.

Gerçi öyle bir felâket yaşanmamıştı ama yeni yetişen nesiller okuma ve çalışma sebebiyle büyük şehirlere yerleştiklerinden buralar ihtiyarlara kalmış, o­nlar ahirete göçtükçe sahipsiz kalan evler yıkılmış, bağlar, bahçeler bozulmuş, kasaba harabezâra dönmüştü.

Son zamanlarda, yaz tatillerini memleketlerinde geçirmek isteyen Barlalılar veya buraya mânevî bağlarla merbut olan Nurcular, kasabanın girişinde modern meskenlerden müteşekkil yeni bir Barla kurmuşlarsa da ruhumuz yine eksi Barla’da rahat ediyordu.

Onun için biz de ruhanî bir sevkiyatla tarihî Barla’nın eğri büğrü yollarında, tozlu ve dar sokaklarında gezerken evlerinin bulunduğu yerlerden geçtikçe hep Risâle-i Nur’un telifine şahit olup yardım eden bahtiyarlar kafilesinin hatıralarını yâd ettik.

Yolumuzu biraz uzatıp muhitin, dağa, dereye ve denize bakan ender yerlerinden birine yapılan iki katlı ahşap konağa gittik. Üstad Hazretlerinin ellili yıllarda bir süre kaldığı konağın muhteşem manzaralarına da, hâlâ aslî şekliyle korunan mükemmel tezyinâtına da hayran kaldık.

Aslında Barla’nın her yeri, ayrı bir Nur Menzili idi. Nereye bakıp ne tarafa gitsek muhakkak Üstadın izine rastlamak ve o­nun oralarda yaşadığı bir hadiseyi hatırlamak mümkündü.

Zîra Bediüzzaman, Arapça kamet getirilip Kur’ân okunduğu için mescidinin kapatıldığı, adım adım takip edildiği, sık sık kırlara, dağlara çıkıp telifât ve tashihât yaptığı; çiftçilerle, bahçıvanlarla, çobanlarla sohbet ettiği, ard niyetle yanına gelenleri yılan sûretinde gördüğü, dostlarının sevgisine, saygısına, düşmanlarının gayzına buğzuna muhatap olduğu nice hadise yaşamıştı Barla’da.

Bu hadiselerin hepsini bilip yerlerine giderek neticelerini bizzat oralarda müzakere etmek, bazılarını canlı şahitlerinden dinlemek için haftalarca Barla’da kalmak gerekirdi, bu da pek mümkün değildi.

Zihnimizde hasıl olan bu kanaatin de sevkiyle içinde bulunduğumuz vakti tahmin etmek için gayri ihtiyarî kolumuzdaki saat yerine Barla’nın sırtını dayadığı dağdaki burnu andıran sarp kayalığa bakınca, ahâlinin ‘öğle taşı’ dediği kayanın gölgesinin kaybolduğunu gördük.

Öğle namazının vaktinin girmek üzere olduğunu gösteren bu manzaranın yanı sıra bedenimizin yorulduğunu ve ruhumuzun havaîleştiğini de hissedince biraz dinlenmemiz gerektiğini anladık ve Üstadın evinin bulunduğu tarafa doğru yürüdük.

Evin altındaki Yokuşbaşı Çeşmesinin gürül gürül akan soğuk suyundan abdest alıp Bediüzzaman Hazretlerinin ‘İlk Medrese-i Nuriye’ sıfatını verdiği eve çıktık ve yazın serinlik, kışın sıcaklık şeklinde hissedilen uhrevî havada namaz kılıp tesbihat yaptık.

Ardından da dereye bakan balkonumsu odaya geçip çınar yapraklarının ‘Hu!..’ nidâsını andıran hışırtıları arasında Üstadın yaptığı dersleri tahayyül ederek Risâle okumak sûretiyle bedenimizi dinlendirip ruhumuzu mesrur ettik.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*