Son Şahitlerden iki aziz zat

Bundan bir hafta önce, büyük İslâm mütefekkiri Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin önemli iki talebesi, aynı günde vefat ettiler ve Cuma namazına müteakip birisi Konya’da, diğeri Van’da ebedî yolculuğuna, kılınan cenaze namazlarıyla uğurlandı. Her iki zâtı da yakînen tanırım, çok sohbetlerim olmuştur.

Bu önemli iki zatın vefatı, hem üç ayların mukaddemesinde olması ve hem de 22 Temmuz 2007’deki genel milletvekili seçimleri öncesi olması ve aynı günde vefatları beni derinden ‘acabalara’ götürdü. Çünkü geçmişte başta Hz. Bediüzzaman’ın vefatı ve akabinde her büyük ağabeylerin vefatı akabinde Türkiye’de bazı nâhoş siyasî hadiseler cereyan etti. İnşaallah bu zatların vefatları, üstümüze gelecek arzî, siyasî ve semavî felâketlere set olur.

Bugünkü makalemde adı Kemal olan fakat 1952 Ramazan’ında Hz. Bediüzzaman’ı ilk ziyaretinde Hz. Üstad’ın “Senin ismin Kâmildir” dediği ve öyle kalan Kâmil Acar Ağabey ile satırları dolduracağım. Gelecek hafta ise, ayrı bir mümtaz şahsiyet olan Mustafa Cahit Türkmenoğlu Ağabey ile makalemiz dolacak ve taşacak. Niye taşacak? Çünkü bu zatlar birer deryadır, bunları makaleye sığdırmamız mümkün değildir. Mevhibe-i Rabbaniyeye mazhar olan ve mânen istihdam olan bu zatlar, kalemlerle ifade edilmez.

Her iki zatın vefatıyla derin teessürâta girdim, fakat âyet ve hadislerle birden kendime geldim, gözyaşlarımı sildim ve duâlara başladım. Konya’da merhum Türkmenoğlu Ağabeyin cenaze namazına katıldım. Fakat hem hemşehrim, hem de bizde çok emeği olan merhum Kâmil Acar Ağabeyin Van’da kılınan cenaze namazına katılamadım. Fakat dakika dakika İsmail Öngel kardeşimden telefonla gelişmeleri alıyordum.

Kâmil Acar Ağabeyle ilk tanışmamız 1974 yılında olmuştu. Kendilerini dinlerken “Gel, mütevazilik yapma, bu hatıraları kaleme alalım, sen söyle, ben yazacağım, Son Şahitler kitabında numune-i imtisâl olsun, genç nesle örnek olsun, vs.” dedim. Hz. Bediüzzaman’a yaptığı 5 ziyaretini, 1977 yılında Van dershanesinde anlattı ve müştereken kendi üslûbumuzla kaleme aldık. Daha sonra Necmeddin Şahiner kardeşimize gönderdik, çünkü o tarihte ne kadar hatırât toplasak ve ne kadar mülâkat yapsak Yeni Asya adına hep kendisine gönderirdim. Çünkü benim kitap basmak gibi bir niyetim yoktu. Yoksa arkadaşlarım bilirler, bu hizmet selinde yalnız Son Şahitler için 3-4 cilt olurdu. Her neyse bunda da bir hikmet var…

Aslen Van-Çaldıranlı olan merhum Kâmil Acar, Hz. Bediüzzaman’ı ziyaretinden sonra, kabına sığmamıştı ve yerinde durmuyordu, bir mânâda Hz. Bediüzzaman’ın Van bölgesindeki gizli postacısı idi. İran ülkesine Risâle-i Nurları götüren ve oradaki zatlara takdim eden ve taşıyan bir korkusuz kahramandı. O, bulunduğu bölgenin şakrak bülbülü ve bir istişare kaynağıydı. Tâ Adilcevaz’ın Koçeri köyünden kara kışta Nevruz Ağabeyler suâl sormaya gelirlerdi. Bir terzi olmasına rağmen Hz. Bediüzzaman o­nu istihdam etmişti. İnsana değer vermek, etiketlerde boğulmamak ne müstesna bir hazine. Daha geniş malûmat, Son Şahitler’in 2. cildinin 249-257. sahifelerinde.

Geçmiş dönemlerde Van bölgesinde çok hatıralarım var. Bir gün Van’ın şirin ilçesi Edremit’te Selahaddin Uçar’ın bağında merhum Kâmil Acar’ın da bulunduğu çok geniş bir toplulukta Muradiyeli ismi bende mahfuz eğitimci bir kardeşimiz, herkesin içinde Kâmil Ağabeyi tenkit etti. Kâmil Ağabey adına ben konuştum ve kibar bir üslûpla dedik ki: “Kâmil Ağabey bir istikrar ve sadakat abidesidir. Yıllarca bu dâvânın isimsiz hizmetkârlarından ve Bediüzzaman Hazretlerinin bu bölgede postacılığını yapmış, dünyaya meydan okumuş, bütün yoksulluklara ve zorluklara rağmen azminden, şevkinden hiçbir şey kaybetmemiş. Bu itibarla haddini bil, özür dile, elini öp ve ‘Acaba biz de 30-40 yıl bu şartlarda sebat edecek miyiz?’ diye düşün.” O da kalktı, elini öptü, özür diledi…

Makaleye sığmaz demiştim, nasıl sığsın? Muradiye depreminde ailesini ve üç evlâdını kaybetmesi ve İzmit’e göç etmesi ve çileli bir hayat. Fakat o sadakatinden, şevkinden hiç kaybetmedi. Hayattaki akrabalarına taziyetlerimi sunuyorum. Ruhu ebeden şâd olsun.

Merhum Türkmenoğlu Ağabeyi 1964 yıllarında tanıdım. O tarihlerde bekârdı ve sık sık Konya’ya gelirdi. Dershane olarak kullandığımız Hz. Mevlânâ civarındaki dairede aynı heyecan, dikkat ve izahâtlarla Risâle-i Nur’dan dersler yapardı. Biz genç yaşlarımızda o­ndan utanırdık, yalnız dersle kalmaz, yemek yapar, çay pişirir, müthiş fiilî dersler verirdi. Gayet mütevazi idi. o­nun kimse ile münakaşa ve kavga ettiğini görmedim. Okur, söyler ve giderdi.

Aradan yıllar geçmişti, o­nun ve benim başımda çok çileli günlerimiz olmuştu. Zindanlar, zulümler, tevkifler, takipler, işkenceler vs.’ler, vs.’ler… Fakat çile rekoru o­ndaydı, uzun yıllar… 2007’de yine o­nu dinledim, saçları ağarmıştı, yaş 77’ye dayanmıştı. o­nu yine hayranlıkla dinledim, 1964’deki şevki, aşkı, üslûbu, ahlâkı ve cevvaliyeti aynı idi. Ağır hastalıklarına rağmen o dersten derse koşan bir kahraman ve mümtaz bir şahsiyetti. Yalnız Konya’da değil, Türkiye’nin bir çok beldesinde görüyordum o­nu.

Risâle-i Nur gruplarının bir çoğu ile görüşür, o­nlara gider ve daima Risâle-i Nur okurdu. Gruptan gruba, cemaatten cemaate, kişiden kişiye lâf taşımazdı. Nurun bir harfinin dahi sadeleştirilmesine karşı idi. “Risâle-i Nur bir iksir-i İlâhîdir” derdi. o­nun vefatında bunu zahir olarak gördük, herkes ve her kesim orada idi, hazin ve muhteşem. Ellerde ve dillerde duâlar, fatihalar ve nurdan dersler vardı. Bu hâl bile hepimize ve çoklara bir ders-i ibrettir. Hz. Bediüzzaman’ın müçtehitliğine, müceddidliğine ve çağın imamlığına ve allâme-i cihanlığına toz kondurmazdı. o­na bakınca sahabe-i kiramları hep tahattur ederdim.

Son dönemlerinde, bir çok yerde verdiğim konferanslara teşrif edip birkaç tanesini dinlemişti. o­nun Risâle-i Nur gözlüğüyle değerlendirmesi çok mühimdi ve intibalarını sordum. Aldığım cevap şu idi: “Kardeşim, bin barekâllah, bir istihdam-ı İlâhî. Hz. Üstad’ı ve Risâle-i Nur’u nazara vermen ve hâsseten müjdelerden bahsetmen çok önemli. Merhum Zübeyir Ağabey’den bir hatıra nakledeyim: Urfa’dan ayrılır, Hz. Üstad’ın yanına gelir. Fakat ilk günlerde iki de bir âhirzaman deccalını ve o­nun icraatlarını anlatır. Bunun üzerine Hz. Üstad ‘Kardaşım Zübeyir, elhak doğrudur, fakat o eşhası bir daha yanımda bahsetme, şevkimi kırıyorsun!’ demiş. o­nun için sen de müjdeye devam et” demişlerdi.

Kendileri 1952 yıllarında İstanbul’da Üniversitede okurken, Halıcı Sabri merhumun yeğeni merhum Sefa Odabaşı vesilesi ile belediye otobüsünde Bediüzzaman Hazretlerinin ellerini öper, 1957 yıllarında Hz. Bediüzzaman’ı Isparta’da ziyaretine gider ve artık tamamen kendini nurun hizmetine vakfeder. Bilhassa Ankara’da Risâle-i Nur’un yeni yazı ile neşrinde merhum Atıf Ural ve diğer isimsiz kahramanlarla büyük emek ve gayretleri olmuştur. Mevhibe-i Rabbaniyeye mazhar ve mânen istihdama namzet olmuşlardır.

Merhum Türkmenoğlu’nun son dönemlerinde arkasında gizli kahramanlar vardı. Doktor damadı ve üç evlâdı ve özellikle son altı aydaki müthiş hastalığında o­na bakan, bir defa dahi şikâyet etmeyen muhtereme eşi Fatma Azize yengemizdi. Hepsini tebrik edip taziyetler sunuyorum. Türkmenoğlu Ailesi adına, defin işlemi sonunda Konya Selimiye Camii’nde hatim merasiminde yaptığım konuşmamı Hz. Bediüzzaman’ın sözü ile noktalamıştım, yine o sözle noktalıyor ve çok yazılacakları başka zamana bırakıyorum. Ruhu şâd olsun.

“Acizim aciz olanı istemem. Faniyim fani olanı istemem. Ruhumu Rahmana teslim eyledim, gayrı istemem. İsterim fakat bir yâr-ı bâkî isterim. Zerreyim, fakat bir şems-i sermed isterim.” (17. Söz, B. S. Nursî)

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*