Isparta kahramanları ve mevlid

“Isparta kahramanları”… Onların sadakat ve metanetleri bir ünvan ve makam haline gelmişti. Peki kimdi bunlar? İsimleri belli mi? Onlar öyle, isim ve cisimle uğraşmadılar. Halisen muhlisen çalıştılar. Ne makam istediler, ne mevki… İhlâs, onların en temel meselesi idi. Asrın sultanına talebe olmuşlardı, hepsi bu…

Bediüzzaman Hazretleri bu kahramanları bir unvan olarak ilân etti.

“Feyzi kardeşim; sen Isparta kahramanlarına benzemek istiyorsan onlar gibi olmalısın. Buraya bir kutup gelse seni on günde velâyet makamına çıkaracağım dese, sen gidip ona teslim olsan Isparta kahramanlarına arkadaş olamazsın.”

O zaman bilindi “Isparta kahramanlarını”nın makamı.

Ve “evliyaları geride bırakanların” mertebesi.

“Bu zamanda hizmet-i imaniyede hazz-ı nefsini bırakıp ve mahviyet ile tesanüd ve ittihadı muhafaza eden bir hâlis kardeşimiz, bir velîden ziyade mevki alıyor” diyordu. Bu bir intisabın ve vazifenin ehemmiyetine işaret ediyordu.

“Siz kat’î biliniz ki, Risale-i Nur ve şakirtlerinin meşgul oldukları vazife, ru-yi zemindeki bütün muazzam mesailden daha büyüktür” sözleri ise, dâvânın büyüklüğünü gösteriyordu.

İşte “Isparta kahramanları”! Onların sadakat ve metanetleri… Bir ünvan ve makam haline gelmişti. Yapılan mevlid bu kahramanlara…

Peki kimlerdi bunlar? İsimleri belli mi?

Onlar öyle bir isim ve cisimle uğraşmadılar. Halisen muhlisen çalıştılar. Ne makam istediler ne de mevki… İhlâs onların temel meselesi idi. Asrın sultanına talebe olmuşlardı, hepsi bu…

İlim tekniğe meydan okumuştu. Kalemler bir matbaa haline gelmişti. Bu bir manevî cihad idi. Asırlarca bu dine hizmet edenleri boğmak ve yok etmek isteyenlere karşı bir haykırış olmuştu.

Gönüller ülkesinde yanan ilk ateş Isparta’da tutuşturuldu. Ve Bediüzzaman Isparta’yı sevmişti. Ispartalılar da onu sevmişti. “Isparta taşı ve toprağı ile mübarektir” iltifatında bulunmuştu.

Mevsim yaz da olsa uygulanan rejim tam bir kış mevsimini andırıyordu. O yıllarda hizmete her şeyini feda edenlerin işi idi bu. “Yaz kardaşım!” dediği zaman yazanların sevdası olmuştu.

Kimi işçi, kimi çiftçi, kimi marangoz, kimi hafız idi… Bir çok risaleyi büyük cami imam hatibi Şamlı Hafız Tevfik ilk ağızdan yazdı. Üstad bir hedefe bakıyor ve yazdırıyordu. Adeta ekran kapandığı an ise, söz bitiyordu. “Yazdırılmadı” diyordu.

Tevfik Efendi daha çocuk yaşta babasından almıştı ilk müjdeyi. “Hutbe-i Şamiye”nin Emeviye Camii’nde irad edildiği zaman idi. Babasının yanıda otururken, Osmanlı subayı olan babası kulağına:

“Bak oğlum, bir gün sen bu mübarek zata hizmet edeceksin” diyordu. Ve öyle de oldu.

Şamlı Hafız Efendi yazıp, Bediüzzaman söylerken, “Bir köyde yazılanların sonu ne olacak?“ diye düşünenlere:

“Kardeşim, bu hakikatleri ben dünyaya okutturacağım” demişti.

Hem de en soğuk günlerde… Ve dünya okumaya başladı…

“Size katiyen ve çok emarelerle ve kat’î kanaatimle beyan ediyorum ki, gelecek yakın bir zamanda, bu vatan, bu millet ve bu memleketteki hükümet, âlem-i İslâma ve dünyaya karşı gayet şiddetle Risale-i Nur gibi eserlere muhtaç olacak; mevcudiyetini, haysiyetini, şerefini, mefahir-i tarihiyesini onun ibrazıyla gösterecektir” demekle Nurların bu milletin ve âlem-i İslâm’ın yüz akı olduğunu gösterecekti.

Ne korku ne de çekingenlik… “Isparta kahramanlığı”nı gözden düşüremedi. Isparta mizaçlı binlerce fedakâr Nur Talebeleri bu yolun kara sevdalısı oldular.

Bediüzzaman gelecekten emindi. “Merak etmeyiniz kardeşlerim, o Nurlar parlayacaklar” diyordu. Ve “Ben kıyamete kadar gelecek talebelerimi avucumun içi gibi biliyorum“ demesi de, bir mazhariyetin ve yüksek bir emanetin habercisi idi.

Bir kuyumcu hassasiyeti ile bu hizmetlere gönül verenler bu davayı gönülden gönüle ulaştırdılar. Onca azılı düşmana ve sadık ahmaklara rağmen…

Isparta’ya daha fabrikalar kurulmadan “gül fabrikası“, “nur fabrikası” kurulmuştu. Gül nezaketinde ve zerafetinde… Santraller ve iskele memurları yetişmişti.

Hafız Ali, Muhacir Hafız Ahmed, Hafız Mehmed, Hafız Mustafa, Hafız Zühtü, Hakkı Efendi, Hüsrev Efendi, Kahraman Tahiri, Sıddık Süleyman, Mübarek Süleyman, Marangoz Ahmed, Mehmed, Zühtü, Mustafa Çavuş, Rüştü Çakın, Abdullah Çavuş, Santral Sabri, Refet Barutçu, Şem’i Güneş, Şükrü Efendi, Tenekeci Mehmet Efendi, Hulusi Bey, Bekir Dikmen, Babacan Mehmet Ali, Binbaşı Asım Bey ve daha ismi burada geçmeyen niceleri. Bunlar yüzlerce yazılan mektuplar ile dile getirildi. Konuşmanın ve görüşmenin yasak olduğu günlerde… Barla, Kastamonu ve Emirdağ Lâhikaları ile…

Bunlar idi “Isparta kahramanları”. Bir dâvâ için hayatı hakir görenler… Onların samimiyet ve ihlâsları vardı, elinde bütün devlet imkânlarını bulunduranların inadına…

Barla ve Isparta yeryüzünün bir şeref ve iftihar mekânı olmuştu. Yılda bir milyon insanın ziyaret yeri haline gelmişti.

Çam Dağındaki ağaçları yüzü maskeli insanlar kestiği zaman her şeyin biteceğini zannetmişlerdi. Hayır. Mesele bir ağaç değildi. Bu, Asr-ı Saadetten gelen ve ülkemizi sarıp sarmalayan manevî bir hatıra idi…

Mekânı Barla ve Isparta olmuştu. İçilebilir bir kaynak suyuna sahip Eğridir Gölünün nezaket ve zerafetini Nurların yüksek derece ve kıymeti birleştiriyordu. İşte Isparta ve Barla böyle bir mekânın tezgâhtarlığını yapmıştı. Ne mutlu…

Bu hizmetteki ihmal ve kusurların dile getirildiği “şefkat tokatlarını” hatırladım. Bu tokatlar sadece o zatlara münhasır kalmadı. O tokatlar hâlâ devam ediyor ve edecek. Bu bazen zecir tokatları halinde gelir. Bu dâvâyı zedeleyen tutum ve davranışlar, sahibini akla hayale gelmeyen tokatlar ile perişan eder.

Cenâb-ı Hak bizleri liyakatsiz ve kuvvetsiz olduğumuz halde bu hizmette istihdam eylemiş. Hiç birimizin nazlanmağa ve çekingenliğe hakkı yoktur.

“Bizler gayet az ve fakir ve kuvvetsiz olduğumuz halde, gayet ağır bir hizmet-i imaniye ve Kur’âniye omzumuza ihsan-ı İlâhî tarafından konulmuş” derken vazifenin ne kadar ehemmiyetli olduğu dile getirilmiştir.

Bizden “Isparta kahramanları” bunları beklemektedir. Ruhları şâd olsun.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*