Konya’ya ilk defa kırk yıl önce gitmiştim. Meşhur “12 Mart 1971” döneminde sıkıyönetim komutanlığı tarafından tutuklanmış Nur kahramanlarını “Medrese-i Yusufiye”de ziyaret etmiştim.
İkinci defa bir Ermenek gezisi sonrası, bir akşam Konya’da Nur sohbetlerine katılıp Merhum Mustafa Türkmenoğlu Ağabeyle görüşmüştüm. Merhumla Ankara’da olduğu yıllarda daha sık görüşürdük. Konya’ya son gidişim öncekilerden çok daha farklı ve anlamlı oldu.
Geçen yıl birincisi Ankara’da yapılan Risâle-i Nur Gençlik Şöleninin ikincisi Konya’da yapılıyordu. Büyük bir organizasyon gerçekleştirildi. Daha önceki tarihlerde yüzden fazla üniversite öğrencisinin katıldığı “İttihad-ı İslâm” konusundaki gençlik kongresi ile bilgi, karikatür, resim ve kısa film yarışmaları yapılmıştı. Kongrenin sonuç bildirgeleri ve yarışma sonuçları bu şölende açıklandı.
Geçtiğimiz Pazar günü sabah saatlerinde Ankara’dan 14-15 otobüs ve pek çok özel araçla 2. Risâle-i Nur Gençlik Şölenine şahitlik etmek üzere Konya’ya gittik. Çünkü şölen gençlere hitap ediyordu. Biz ise “cennet gençleri” sınıfına tabiydik.
Konya belki de tarihinin müstesna günlerinden birini yaşıyordu. Her yer Gençlik Şöleninin reklâmlarıyla donatılmıştı. Adeta Konya’ya Nur yağıyordu. Hafta sonunda yoğun bir Nur programı vardı Konya’da. Yurdun her tarafından, Amerika’dan, Avrupa’dan değişik yaşlardan geniş katılımlar olmuştu. Cumartesi gününden 1050 kişinin Konya’ya ulaştığını ve değişik yerlerde misafir edildiğini öğrendik. Pazar günü bu sayının beş-altı katına çıktığını gördük. 3000 kişilik Konya’nın meşhur “düğün yemeği”nden 5600 kişi yiyor ve tok olarak kalkıyordu. Adeta bereket yağmıştı o gün. Bunu ahçı hayretle anlatıyordu.
Program öncesi fani dünyadan bâkî dünyaya göç edenleri ziyaret edip Fatihalar okuduk. Öyle ya burada Mevlânâ Celâleddin-i Rumî, Sultan Veled gibi tasavvuf erbabı, Abdülmecid Nursî ve Mustafa Türkmenoğlu gibi Nur kahramanları yatıyordu. Daha önceki yıllarda gittiğimde Mevlânâ Türbesine girince manevî bir havayla karşılaşmıştım. Şimdi türbeye değil sanki müzeye girmiş gibi hissettim kendimi. Yerli ve yabancı turistlerden zor geçebildim. Gerçi girişe müze levhası asılmıştı. Görevliye “Mevlânâ Hazretlerine bir Fatiha okumak için para mı vereceğiz?” diye sorduğumda “Ne yapayım, burası 1927 yılından beri böyle. Bana değil yetkililere söyle” demişti. Aynı uygulama Akşehir’de bulunan Nasreddin Hoca Türbesinde de geçerli. Ülkemizde bu manzaraları görünce aklıma Deli Dumrul geldi. Öğle namazını Sultan Selim Camii’nde kılıp programın icra edileceği Mevlânâ Kültür Merkezine geri döndüm.
Bediüzzaman’ı, zamanının insanları anlamamış ve dinlememişlerdi. Acele edip kışta geldiğini söylemişti. O da tarih denilen mazi derelerinden yüz sene önce bizlere şöyle hitap etmişti:
“Ey üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sâkitâne Nurun sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafî-i gaybî ile bizi temâşâ eden Said’ler, Hamza’lar, Ömer’ler, Osman’lar, Tâhir’ler, Yûsuf’lar, Ahmed’ler ve sâireler! Sizlere hitap ediyorum. Başlarınızı kaldırınız, ‘Sadakte’ deyiniz.” 1
Bizler cennet-âsâ bir baharda gelmiştik. Onun zamanında ekilen nur tohumları, zeminimizde, şimdi çiçekler açmıştı. Onun hitap ettiği isimlere pek çok yenileri de eklenmişti: Ayşenur’lar, Fatmanur’lar, İlknur’lar, Nuray’lar, Hatice’ler, Nurcan’lar, Zeyneb’ler…
Pazar günkü manzaraya bakıldığında adeta onlar lisan-ı halleriyle “Sadakte ya Üstadım!” diyorlardı. Salonun içi dolup taşmıştı. Oturacak yer kalmamıştı. Bediüzzaman yukarıdaki sözlerini söylediğinde sadece Horhor Medresesi vardı. Şimdi sayısını tam bilemediğimiz kadar çok sayıda Nur medresesi var. Sadece Türkiye’de değil; dünyanın her yerinde, Amerika’da, Asya’da, Avrupa’da, Avustralya’da, Afrika’da… Kırktan fazla yabancı dile çevrilen risâleler oralarda şimdi gürül gürül okunuyor. Merhum Osman Yüksel’in dediği gibi:
“Yaşlar ayrı, başlar ayrı, işler ayrı… Fakat bu ayrılıkta gayrılık yok! Hepsi bir şeye inanmış: Allah’a, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a, O'nun ulu Peygamberine, O'nun büyük kitabına. Kur’ân henüz yeni nâzil olmuş gibi, herkes aradığını bulmuş gibi bir hâl var onlarda. Said Nur ve talebelerini seyrederken, insan kendini âdetâ Asr-ı Saadette hissediyor. Yüzleri nur, içleri nur, dışları nur… Hepsi huzur içindeler. Temiz, ulvî, sonsuz bir şeye bağlanmak; her yerde hâzır, nâzır olana, Âlemlerin Yaratıcısına bağlanmak; o yolda yürümek, o yolun kara sevdâlısı olmak…” 2
Üstadın vasiyetine uyarak o bahar hediyelerinden, çiçeklerden birkaç tanesini medresesinin başına taktık. Bediüzzaman’ın mânâ âleminden bizleri mesrurane seyrettiğini, alkışladığını ve “hoş geldiniz” dediğini duyar gibiyim.
Konya’da çiçekler açmıştı. Çünkü Nurun baharı gelmişti. Sadece Konya’da mı?
Hayır! Belki her yerde.
Konya’ya gelenler kendi bölgelerini temsil ediyorlardı. Birer demet numuneydi. Birer geçit resmiydi adeta.
Dipnotlar:
1- Eski Said Dönemi Eserleri, s. 260-261.
2- Tarihçe-i Hayat, s. 963.
Geçtiğimiz Pazar günü sabah saatlerinde Ankara’dan 14-15 otobüs ve pek çok özel araçla 2. Risâle-i Nur Gençlik Şölenine şahitlik etmek üzere Konya’ya gittik. Çünkü şölen gençlere hitap ediyordu. Biz ise “cennet gençleri” sınıfına tabiydik.
Konya belki de tarihinin müstesna günlerinden birini yaşıyordu. Her yer Gençlik Şöleninin reklâmlarıyla donatılmıştı. Adeta Konya’ya Nur yağıyordu. Hafta sonunda yoğun bir Nur programı vardı Konya’da. Yurdun her tarafından, Amerika’dan, Avrupa’dan değişik yaşlardan geniş katılımlar olmuştu. Cumartesi gününden 1050 kişinin Konya’ya ulaştığını ve değişik yerlerde misafir edildiğini öğrendik. Pazar günü bu sayının beş-altı katına çıktığını gördük. 3000 kişilik Konya’nın meşhur “düğün yemeği”nden 5600 kişi yiyor ve tok olarak kalkıyordu. Adeta bereket yağmıştı o gün. Bunu ahçı hayretle anlatıyordu.
Program öncesi fani dünyadan bâkî dünyaya göç edenleri ziyaret edip Fatihalar okuduk. Öyle ya burada Mevlânâ Celâleddin-i Rumî, Sultan Veled gibi tasavvuf erbabı, Abdülmecid Nursî ve Mustafa Türkmenoğlu gibi Nur kahramanları yatıyordu. Daha önceki yıllarda gittiğimde Mevlânâ Türbesine girince manevî bir havayla karşılaşmıştım. Şimdi türbeye değil sanki müzeye girmiş gibi hissettim kendimi. Yerli ve yabancı turistlerden zor geçebildim. Gerçi girişe müze levhası asılmıştı. Görevliye “Mevlânâ Hazretlerine bir Fatiha okumak için para mı vereceğiz?” diye sorduğumda “Ne yapayım, burası 1927 yılından beri böyle. Bana değil yetkililere söyle” demişti. Aynı uygulama Akşehir’de bulunan Nasreddin Hoca Türbesinde de geçerli. Ülkemizde bu manzaraları görünce aklıma Deli Dumrul geldi. Öğle namazını Sultan Selim Camii’nde kılıp programın icra edileceği Mevlânâ Kültür Merkezine geri döndüm.
Bediüzzaman’ı, zamanının insanları anlamamış ve dinlememişlerdi. Acele edip kışta geldiğini söylemişti. O da tarih denilen mazi derelerinden yüz sene önce bizlere şöyle hitap etmişti:
“Ey üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sâkitâne Nurun sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafî-i gaybî ile bizi temâşâ eden Said’ler, Hamza’lar, Ömer’ler, Osman’lar, Tâhir’ler, Yûsuf’lar, Ahmed’ler ve sâireler! Sizlere hitap ediyorum. Başlarınızı kaldırınız, ‘Sadakte’ deyiniz.” 1
Bizler cennet-âsâ bir baharda gelmiştik. Onun zamanında ekilen nur tohumları, zeminimizde, şimdi çiçekler açmıştı. Onun hitap ettiği isimlere pek çok yenileri de eklenmişti: Ayşenur’lar, Fatmanur’lar, İlknur’lar, Nuray’lar, Hatice’ler, Nurcan’lar, Zeyneb’ler…
Pazar günkü manzaraya bakıldığında adeta onlar lisan-ı halleriyle “Sadakte ya Üstadım!” diyorlardı. Salonun içi dolup taşmıştı. Oturacak yer kalmamıştı. Bediüzzaman yukarıdaki sözlerini söylediğinde sadece Horhor Medresesi vardı. Şimdi sayısını tam bilemediğimiz kadar çok sayıda Nur medresesi var. Sadece Türkiye’de değil; dünyanın her yerinde, Amerika’da, Asya’da, Avrupa’da, Avustralya’da, Afrika’da… Kırktan fazla yabancı dile çevrilen risâleler oralarda şimdi gürül gürül okunuyor. Merhum Osman Yüksel’in dediği gibi:
“Yaşlar ayrı, başlar ayrı, işler ayrı… Fakat bu ayrılıkta gayrılık yok! Hepsi bir şeye inanmış: Allah’a, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a, O'nun ulu Peygamberine, O'nun büyük kitabına. Kur’ân henüz yeni nâzil olmuş gibi, herkes aradığını bulmuş gibi bir hâl var onlarda. Said Nur ve talebelerini seyrederken, insan kendini âdetâ Asr-ı Saadette hissediyor. Yüzleri nur, içleri nur, dışları nur… Hepsi huzur içindeler. Temiz, ulvî, sonsuz bir şeye bağlanmak; her yerde hâzır, nâzır olana, Âlemlerin Yaratıcısına bağlanmak; o yolda yürümek, o yolun kara sevdâlısı olmak…” 2
Üstadın vasiyetine uyarak o bahar hediyelerinden, çiçeklerden birkaç tanesini medresesinin başına taktık. Bediüzzaman’ın mânâ âleminden bizleri mesrurane seyrettiğini, alkışladığını ve “hoş geldiniz” dediğini duyar gibiyim.
Konya’da çiçekler açmıştı. Çünkü Nurun baharı gelmişti. Sadece Konya’da mı?
Hayır! Belki her yerde.
Konya’ya gelenler kendi bölgelerini temsil ediyorlardı. Birer demet numuneydi. Birer geçit resmiydi adeta.
Dipnotlar:
1- Eski Said Dönemi Eserleri, s. 260-261.
2- Tarihçe-i Hayat, s. 963.
Benzer konuda makaleler:
- Bediüzzaman Konya´da anılıyor
- Mevlânâ diyarı Konya’da Nur Esintileri
- Konya’da genç olmak…
- Ömer Ali Balpetek
- Bediüzzaman’ın Ankara’ya gelişi konuşulacak
- Konferansa Davet
- Mesnevi’nin de, Risale-i Nur’un da kaynağı aynı
- Mevlevîlik de istismar edilmesin
- “Mevlânâ aşıkları”nın açığa çıkan özlemi
- Üniversiteliler Bediüzzaman´ı andı
İlk yorum yapan olun