Hayalimizi Asr-ı Saadet’e götürdüğümüzde ne kadar zor şartlarda, ama bir o kadar da fedakârlığın ve medeniyetin doruk noktada yaşandığını görüyoruz.
İnsanın hayatını devam ettirebilmesi için en çok muhtaç olduğu şeylerden biri de su iken; çöl sıcağında, yaralı bir halde savaş meydanında “su” diye inleyen her bir yaralı suyu içmeden diğer kardeşine veriyordu. Böylece hiçbiri suyu içememişti, ama cennetten süzülen âb-ı hayat gibi şahadet şerbetini içmişlerdi.
Yine birkaç lokma yiyeceği, kendisi aç olduğu halde komşusuna gönderen sahabenin, bir süre sonra aynı tabağın yine kendisine döndüğünü hatırladığımızda “Ya Rabbi, bu ne güzel bir ahlâk” demekten kendimizi alamıyoruz. Zira tabağı alan her komşu “Komşum daha açtır” diye düşünerek yemeği komşusuna vermiştir.
Nazarlarımızı böyle nurlu bir geçmişten şimdiye çevirdiğimizde içimiz ürperiyor. Dehşete kapılıyoruz. İlişkilerin maddiyata ve menfaate dayalı olduğu; tüketimin çılgınca yaşandığı, daha fazla alabilmek ve tüketebilmek için insanların kıyasıya mücadele ettiği korkunç bir zamanda yaşıyoruz.
Kapı komşusunu tanımayan, aç mı tok mu bilmeyen insanlar, vakitlerini bilgisayar başında hiç tanımadıkları kişilerle sohbet ederek geçirebiliyorlar. Hem de kılları kıpırdamadan, vicdanları sızlamadan… Nasıl bu kadar duyarsız olabildi ki insan?
Bazıları da fakir komşularını etrafında görmek istemediğinden midir nedense, koloniler halinde uydukentlerde, havuzlu sitelerde, villalarda beraber oluşturdukları yaşama alanlarında hayatlarını sürdürmekteler.
Zengin ülkelerdeki sınırsız tüketimle tonlarca yemek çöpe giderken, yoksul ülkelerde bir lokma bulamadığı için açlıktan ölen çocuklar var. “Ben tok olayım, başkası açlıktan ölse bana ne!” anlayışı mikrobik bir hastalık gibi Batıdan Müslüman ülkelere de bulaşmış durumda maalesef.
Kur’ân’ın övgüsüne mazhar olmuş “îsar hasleti”ne 21. Lem’a olan İhlâs Lem’ası’nda yer verilmiştir. Belki defalarca okumuşuzdur, ama bu özelliği bir iç disiplin olarak ruhumuza yerleştirebiliyor muyuz? Risâle-i Nur’un bize verdiği derslerle kazandırmak istediği “sahabe ruhunu” biz de itaatkâr bir talebe edasıyla öğrenerek yaşayabiliyor muyuz? Unutmayalım ki, bildiğimiz halde uygulamadıklarımızdan daha fazla sorumluyuz.
Bir an için “îsar hasleti”ni bugün uyguladığımızı hayal ettim. Yazlık, bağ evi, dağ evi, daire gibi birden fazla evi olanların, oturmadıkları evlerini hiç ev alamayan barakalarda yaşayan fakirlere verdiğini düşündüm. Hem de seve seve, bundan hiç üzüntü duymadan.
Ticaretle uğraşanların, en azından bir işsiz gence şirketinde veya fabrikasında bir iş imkânı sağladığını düşündüm.
Yediği önünde yemediği arkasında olanların sofralarındaki çeşitleri azaltarak, yiyecek alamayan yoksullara gönderdiğini hayal ettim.
Bankalarda ya da yastık altında birikmiş parası olanların hepsini ihtiyaç sahiplerine dağıttığını düşündüm. Madem misafiriz burada, ölüm geldiğinde birikmiş paranın, fazladan evin ne faydası olacaktı ki?
Bu kadarını düşünmek bile ne çok şey değiştirdi değil mi?
Siz daha fazlasını hayal edebilirsiniz. Eğer “sahabe mesleği”ni meslek edinmek isteyenlerdenseniz, îsar hasletinin ahlâkınıza ne derece sirayet ettiğini bir yoklayarak, kendi adınıza yapabileceklerinizi düşünebilirsiniz.
Benzer konuda makaleler:
- İman kardeşliğinin zirvesi: İsar hasleti
- Szymon Perske ne kadar barışçı?
- Şergenecon, pike, çikinovaski; kumpis
- Gülün ilginç özelliği
- Yine lâfla geçiştiriliyor…
- Orucumuzu tutuyor muyuz?
- Çocuklarımıza kulak verelim
- Eğitimi kaybeden neyi kazanır?
- Urfa’nın Kâmil Ağabeyi…
- Gençlerimize dua edelim
İlk yorum yapan olun