Mana-i Harfi

Yaşadığımız dönemin değer yargıları tamamen dünya hayatı ile bağlantılı olarak şekillenmiş. Geçimini temin ve dünyevi bir konum elde etmek kaygılarından ibaret bir hayat felsefesi; şöhret ve zenginliğin hedeflendiği, bu değerlerin hayatın en önemli gayesi olduğu bir yaşam tarzı hakim. Bu gayelere ulaşmak için her yolun mübah görüldüğü, manevi ve ahlaki değerlerin önemini yitirdiği bir toplum düzeni içinde yaşıyoruz.

Bu yolda evden kaçanlar, anne ve babasına, topluma, insanlığa, kaderine isyan edenler… Ardından gelen madde bağımlılığı, namuslu ve düzenli bir hayata özlem… Ancak, içinden çıkılmaz bir girdabın sarsıntıları ve çalkantıları ile bir türlü rotaya sokulamayan, akıntı ve rüzgarların yönlendirmesine tabi bir gemi misali hayat; şan, şöhret, para, mal gibi metaların gerçekten elde edilmesi ama sonu terkedilmişlik, yalnızlık ve acılarla biten bir öykü… Zaten, zenginlik, şöhret, makam gibi özelliklerinizden dolayı sizi sevenler, en fazla mezara kadar yanınızda değiller mi! Dünyevi dostlukların en sağlamı bile kabir kapısında sona ermiyor mu!

Evet her insan hayatın korkunç dalgalanmaları, fırtınaları, sarsıntıları ortasında ayakta kalabilmek için “ben” duygusunda tutunmak konumundadır. Hayatlar, benlikler etrafında şekilleniyor. Her fert bu duygu ile toplumda, dünyada ve insanlık içinde kendine bir konum arayışı içine giriyor. Bu anlamda benlik; aile, millet ve bir nev olarak insanlık şeklinde genişletilerek daha güçlü bir konum hedefleniyor. Özünde ise benlik, gizli bir hazine olan “esma-i İlahiye”nin, kainatın muğlak, akıl almaz tılsımını çözecek bir anahtardır. Ancak, mahiyeti, ne olduğu ve ne için yaratıldığı bilindiği taktirde, böyle bir kavramın varlığından haberdar olunduğu takdirde görevini yapan, aksi halde kişiyi kontrolü altına alıp, boğan bir varlıktır. Kontrolü altına aldığı kişiye sürekli emirler yağdıran, kölesi haline getiren, onu sadece arzularının peşinde koşan iradesiz bir mahluk konumuna düşüren bir dürtü yani, emreden nefis ya da nefs-i emmare…

Makam, mevki ve para kazanmak uğruna her şeyi mübah gören, şöhret olmak uğruna hayatını zehir eden, konumunu kaybetmemek için insanlara zulmeden nefisler hep emrederler. Aslında bu nefisleri taşıyanlar zavallı kölelerdir. Her insanda, bu potansiyel var olmalıdır. Her nefsin emretmeye meyilli, kontrol etmeye arzulu bir tarafı vardır. İnsanın yaratılışındaki bir sır, imtihanının merkezi noktasıdır bu. O yüzden makam, şöhret ve bunların zemin hazırlayıcısı olan parayı genel olarak insanlar severler. Yani her insanda imtihan gereği “hubb-u cah” vardır. Dünyaya ve dünyevi güzelliklere, geçici de olsa şöhrete, “bir günün beyliği” de olsa makama muhabbet taşırlar. Bunun devamı şöhretperestliktir. Yani, insanların tanıyıp imrendikleri bir konum arayışı takip eder. Hatta bu bazen öyle kuvvetli bir duygu haline dönüşür ki, imrenilen değil nefret edilen bir konum da olsa şöhret tatlı gelir. Tanınmak ve bilinmek, kendisinden bahsedilmek insanlara büyük haz veren bir duygudur. “Teveccüh-ü amme”ye mazhar olmak, umumun tanıdığı, sevdiği bir konumda olabilmek herkesin arzusudur. Oysa benliği okşayan bu duygu, insanın yasak meyvesi gibidir. Hazret-i Adem’i (a.s.) cennetten çıkaran insani zaaf, o genleri taşıyan ademoğlunda da az veya çok tezahür etmektedir. İnsanların en mükemmellerinden olan ve mülk boyundaki insanlık ağacının çekirdeği hükmündeki zat, bir an benlik ve arzularının esiri olunca cennet gibi bir nimeti kaybederse, hayatı benlik ve arzularıyla şekillenmiş insanların ne halde oldukları ve hangi akıbete yöneldikleri iyi düşünülmelidir. Dünya temelli, yalnızca dünyevi arzular, geçici hevesler, aldatıcı şan ve şöhretle süslenmiş bir hayatın sonu da çoğunlukla dünyevi bir cehennem olmaktadır. Yani insanlık, cennete nisbet edildiğinde cehennemi bir halin yaşandığı dünyaya gönderilen atasının halini, hep yaşamaktadır. Nefs-i emmare’ye bir makam vermek aslında ruhi bir hastalıktır. Bu hastalığın gerisinde, evden kaçan, anne-babaya, topluma, kanunlara isyan eden bir çocuğun ruh hali vardır. Malik-i Hakiki’sine isyan eden ya da en hafif şekli ile O’nu unutan bir kul aslında dile getirilmeyen gizli bir şirk halini yaşamaktadır. “Benim bedenim, benim arzularım, benim hayatım! Kim ne karışır!” tarzı isyanların gerisinde, Mutlak Malikiyet Sahibi, ezeli Rububiyetin en ufak müdahaleyi kabul etmeyen hakimiyet alanında, küçük ve önemsiz olarak görülen benlik sahasını parselleme arzusu yatmaktadır. Bu hastalığın akıbeti oldukça fecidir. Acziyetinin farkında olduğu halde kuvvetli gözükmeye, hiçliğini örtmek için büyük bir güce sahip olduğu izlenimi uyandırmaya çalışanlar benlikte bir bölünme, kişilikte zaaf ve bir riyakarlık hali yaşayabilmektedirler. Böyle bir durumda yapılanla, yapılmak istenenler karışır. İç ve dış ayrışır. Samimiyet kaybolur. Sosyal ilişkilerde emniyet ortadan kalkar. Artık her söylenene inanmamak, yapılanların gerisinde bir art niyet aramak herkese yayılmış bir davranış haline gelir. Bu şahsi ve sosyal hastalıkların yayıldığı bir toplumun fertleri stresten, huzursuzluktan, gerginlikten kurtulamayacak ve bedeni hastalıklar da beraberinde gelecektir. “Çağın hastalığı: STRES!” gibi sloganlar da bu hali ifade ediyor olmalıdır. Benliğin pozisyon kaybı ve Malik-i Hakiki’ye dayanmamasından dolayı geçici ve aldatıcı pozisyon arayışları, benliğin katılaştırılıp ön plana çıkarılmasına zemin hazırlamaktadır. Katılaşmış bir “ben” duygusu ise gizli ya da açık şirke zemin hazırlar. İman derecesine göre farklı mertebelerde yaşanan gizli şirk en önemli manevi hastalıktır. Tavırlarda hal lisanı ile, “Benim vücudum, istediğim gibi kullanırım!”, “Benim fabrikam, istediğim gibi idare ederim!”, “Benim emrimdeki insanlar, istediğim gibi hükmederim!” ifadeleri gözükmektedir. Oysa, “istediği gibi”, “keyfe ma yeşa” hareket edebilecek tek varlık vardır; o da Malik-i Zülcelal’dir. Varlıkları zati olmayan, varolabilmek için Kadir-i Ezeli’ye, Kayyum-u Mutlak’a ihtiyacı olan varlıklar, hangi istekten, hangi yapmaktan bahsetmektedirler!

Geçici, aldatıcı zevkler, dünya ve benliğin ön planda olduğu bir hayat, terkedilmişlik, yalnızlık ve acılarla dolu bir akıbetle sonlanmaktadır. Makam, mevki, dünya ve benliğe duyulan muhabbet yani hubb-u cah, mecazi bir sevgi olduğu için, Mahbub-u Hakiki’ye yönelmediği için sonu hüsranla biter, bitmeye mahkumdur. Daha da kötüsü; Mahbub-u Hakiki’nin sonsuz sevgisini karşılıksız bırakarak emanete ihanetin cezasının, buradakilerle kalmayacağı haber verilmektedir. Sonsuz sevgiden yüz çevirip geçici ve suri sevgililer bulanlar, sevgi gibi ulvi bir nimeti makam, şöhret, zenginlik gibi kışıratlara sarf edenler sonsuz bir sevgisizlik, muhabbetten uzaklık cezasına duçar olacaklar. Bundan büyük azap olabilir mi?

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*