Muhammed İkbal (1873-1938)

Doğunun yetiştirdiği büyük bir edebiyatçı ve Pakistan’ın milli şairidir. Bağımsız Pakistan’ın kuruluşunda, fikri temelin oluşmasında önemli katkısı olmuştur. Mevlana’nın etkisinde kalmış ve ona hayranlığını dile getirmiştir. İslam dünyasının içinde bulunduğu kötü durumdan kurtulmanın çareleri üzerinde kafa yormuş, verdiği seri konferanslarla düşüncelerini dile getirmiştir. Risale-i Nur’da ismi zikredilmekte ve özellikle şairliğine, heyecanlı şiirlerine atıf yapılmıştır.

 

 (Tarihçe-i Hayat, s. 9, 11). Karaşi Nur Talebeleri tarafından gönderilen (30. 3. 1957) ve Tarihçe-i Hayat’ta yer alan (s. 622) bir mektupta ismi zikredilmektedir.

İkbal, 1873 yılında Pencap Eyaletinin Keşmir sınırı yakınlarında bulunan Siyalkut (Seyalkat) şehrinde dünyaya geldi. Dindar bir anne-babanın evladı olarak yetişmeye başladı. Babası Nur Muhammed annesi İmam Bibi’dir. Ebeveynlerinin mütedeyyin aile hayatı onu önemli ölçüde etkiledi. Küçük yaşlarından itibaren Kur’ân-ı Kerim’i okumaya başladı. Medreseye de giderek büyük bir bölümünü ezberledi. İlk ve orta öğrenimini memleketi Siyalkut’ta tamamladı. 1895 yılında Lahor’a gitti. Burada bulunan hükümet kolejinde felsefe ve hukuk derslerinin ağırlıkta bulunduğu bir eğitimden geçti. Arapça ve Farsça dillerini öğrendi. Felsefe ve İngilizce öğretmenliği diplomasını aldı. Tayin edildiği Lahor doğu dilleri fakültesine hocalık yaptı. Bu arada şiirleriyle de dikkat çekmeye başladı.

İkbal’in görmüş bulunduğu bu eğitim döneminde özellikle hocalarından Mevlânâ Mir Hasan ile Thomas Arnold’un etkisinde kaldığı tahmin edilmektedir. Bilahare yeteneğiyle Arnold’un dikkatini çekmesi, bu hocası tarafından Avrupa’ya gönderilmesinde önemli rol oynadı. Bundan sonra Cambridge Üniversitesine giderek üç yıl öğretim gördü ve yüksek lisansını tamamladı. Daha çok Felsefe alanında eğitim görmesine karşılık, hukuk ile ilgili dersler de aldı. Londra’da kaldığı süre zarfında vermiş bulunduğu konferansları sayesinde geniş bir kesim tarafından tanınır hale geldi. Buradaki eğitimini tamamladıktan sonra Münih’e geçti. Burada doktorasını yaparak Felsefe bilim dalında doktor oldu. Bu eğitiminin akabinde Lahor’a döndü.

İkbal, ülkesine döndükten sonra muhtelif okullarda İngilizce ve Felsefe derslerini okuttu. Ancak, uzun süre bu görevi yapamayacağını anlayarak istifa etti. O sıralarda Hindistan İngilizlerin işgali altında bulunuyordu. Öğretmenliği bırakmaya sebep olarak, İngilizlere hizmet etmenin zor olduğunu, kendisini hür olarak hissetmediğini gerekçe gösterdi. Öğretmenlikten ayrıldıktan sonra istediğini söyleyebileceğini ve daha hür olduğunu dile getirdi. Bu arada hukuk alanına olan ilgisinden dolayı bu alanla ilgili çalışmalar yaparak kendini yetiştirdi. Geçimini de büyük ölçüde avukatlık yapmak suretiyle sağladı. Haklılığından emin olmadığı veya kazanacağına ihtimal vermediği dâvâları almaktan özenle kaçındı.

İkbal, devletin resmî görevini bıraktıktan sonra eğitim-öğretim kurumlarıyla bağını koparmadı. Lahor’da bulunan İslâm Akademisi ile aradaki bağı devam ettirdi. Burada ders vermeye devam etti. muhtelif üniversitelerde de ilmi konferanslar verdi. Afgan hükümetinin davetlisi olarak gittiği Afganistan’da eğitim komisyonunun çalışmalarına katıldı.

İkbal, İslâm dünyasının içinde bulunduğu sıkıntılardan kurtulmak için çaba sarf etti. Batının da etkisiyle İslâm milletlerinin bir rönesanstan geçmesi gerektiği fikrine inandı. Bir dönem dini konularda kendine mahsus fikirler ileri sürdü. 1926-29 yılları arasında Pencap Yasama Konseyi üyeliğinde bulundu. Bu tarihlerde Haydarabad ve Aligarh üniversitelerinde verdiği konferanslarında İslâm düşüncesinin yeniden kurulması fikri üzerinde durdu.

İkbal’ın en önemli faaliyetlerinin arasında Pakistan’ın kuruluşu ile ilgili çalışmalar yer almaktadır. Bu faaliyetlerine henüz başlamışken İngilizler tarafından kendisine verilen “sir” ünvanını kullanmadı. 1930 yılı Aralık ayında bütün Hindistan Müslümanları Birliğinin Allahabad’ta gerçekleştirdikleri toplantıya başkanlık yaptı. İlk defa burada Pakistan fikrini ortaya attı. Kısa bir süre sonra Londra’da yapılan yuvarlak masa toplantılarına delege olarak davet edildi. Burada da fikrini dile getirmeye devam etti. Akabinde verdiği konferanslarda, katıldığı toplantılarda, yazdığı makalelerde Bağımsız Pakistan ile ilgili fikirlerini işlemeye ve dile getirmeye devam etti. 1931 yılında toplanan 2. Milletlerarası İslâm Konferansına katıldı. Burada Dünya İslâm Kongresinin başkan yardımcılığına getirildi.

İkbal, Pakistan’ın kurucusu olarak tarihe geçecek olan Muhammed Ali Cinnah ile de yakın temas kurdu. Londra’da düzenlenen 2. yuvarlak masa toplantısında Cinnah ile yakın bir çalışma içinde bulundu. Bu toplantı sonrasında İtalya ve Mısır üzerinden Filistin’e giderek burada düzenlenen Dünya İslâm Konseyi toplantısına katıldı. İkincisinden iki yıl sonra Londra’da düzenlenen 3. Yuvarlak Masa toplantısında da bulundu. Bu toplantı için bulunduğu Londra’dan Paris’e geçti. Burada bazı görüşmelerde bulundu. Akabinde İspanya’ya geçerek, ziyaret etmesine ve namaz kılmasına zorla izin verilen Kurtuba Camii’nde namaz kıldı. Bu hadise unutamadığı hatıraları arasında yer aldı ve bununla ilgili olarak “Mescid-i Kurtuba” başlığını taşıyan şiirini kaleme aldı.

İkbal, İspanya’dan sonra İtalya’ya geçerek burada Mussolini ile görüştü. Ondan Kuzey Afrika’daki Müslümanlara iyi davranmasını istedi. 1933 yılında Afganistan kralı Nadir Şah’ın davetlisi olarak Süleyman Nedvi ile birlikte bu ülkeye gitti. Burada ülkenin idari sistemi ve yeniden yapılandırılması konularında görüşmelerde bulundu. 1937 yılında Cinnah’a bir mektup yazarak İngilizlerin, Hindistan Müslümanlarının Pakistan adı altında ayrı bir devlet olarak kurulmasını istediklerini ve bunun uygulanacak bir plan çerçevesinde 25 yıl içinde gerçekleşeceğini haber verdi. Pakistan devletinin kurulması olayı Müslümanlar arasında büyük bir sevince vesile oldu. İkbal’in bağımsızlık ile ilgili faaliyetlerde bulunması bağımsızlığın sembol isimlerinden biri olarak anılmasına sebep oldu.

Risâle-i Nur’da; “Büyük İkbal’in heyecanlı şiirlerinden aldığım coşkun bir ilham neşesi” ifadelerini kullanan ve Tarihçe-i Hayat’ın önsözünü kaleme alan Ali Ulvi Kurucu, İkbal’in heyecan verici şiirlerine atıfta bulunmaktadır. Karaşi’den Türkiye’ye mektup yazan buradaki Nur talebeleri Risâle-i Nur’a olan büyük alakayı dile getirmektedirler. Ayrıca Pakistanlı din alimlerinin Risâle-i Nur’a kavuşmalarından ve istifade etmekten büyük sevinç duyduklarına işaret edilmekte ve Bediüzzaman’a büyük bir ilgi duydukları belirtilmektedir. Ayrıca büyük hizmetlerde bulunan şahsiyetlerin azlığından ve İkbal’in de vefat etmiş bulunmasından söz edilmektedir. Büyük insanların ismi zikredilirken bunların arasında Bediüzzaman’ın müstesna bir yere sahip olduğu vurgulanmaktadır.

İkbal’in şiirlerinde işlediği tabiat, insan ve Hindistan temaları sadece Müslümanlar arasında değil ayrıca Hintliler arasında da büyük ilgi uyandırdı. Vatansever ruh taşıyan şiirler Hintlilerin arasında büyük alâka uyandırdı. Avrupa dönüşünde kaleme aldığı şiirlerinde daha çok dini ve felsefi konulara yer verdi. Farsça’yı kullanması çok daha büyük bir kitleye ulaşmasına vesile oldu. 1927 yılında yazdığı ‘Cavidname’ adlı eseri bir şaheser mahiyetindedir. Şair, sanatı sanat için değil, topluma hizmet ve hayat vermek, benliği kuvvetlendirmek için algılamayı ve benimsemeyi tercih etti.

Bilim, din ve felsefenin yakın bir ilişki içinde bulunduğunu savundu. Bilimin sürekli gelişmesine paralel olarak felsefi ve dinî görüşlerde de yeniden kuruluş sürecinin yaşandığını belirtti. Diğer taraftan bilimin hiçbir zaman evreni sistematik olarak kavrama imkânını da vermediğine işaret etti. Dinin hem duygu, hem doktrin hem de faaliyet olduğunu savundu. Duygu ve düşüncelerin eylemden koparılamayacağını, dinin sadece birkaçının fonksiyonu olmaktan ibaret görülemeyeceğini, hem tecrübeye hem de inanca yer verilmesi gerektiğini savundu.

İkbal, Allah’ın sıfatlarını sürekli faal oluşları çerçevesinde değerlendirdi ve yorumladı. Cenâbı Hakkın geçmiş ve geleceği bilmesini, şu anda olmuş bitmiş bir yapı olarak görmemek gerektiğine işaret etti. Geleceği bilmesini, henüz gerçeklik kazanmamış imkânları bilmesi şeklinde algılamak gerektiğini ifade etti. İnsanoğlunun varlık sahnesine çıkmasıyla birlikte alemin akıl, aşk ve hür iradeye sahip değerli bir varlığa kavuştuğunu belirtti. Kur’ân-ı Kerim’in tasvir ettiği mü’minin tamamen aktif bir insan olmasına rağmen, zamanla ve nesillerin değişmesiyle Müslümanlar arasında bu aktifliğin zayıflamaya başladığını ifade etti (Mehmet S. Aydın; “Muhammed İkbal”, TDVİA. 22. C. s. 20).

İkbal, İslâm’da dini düşüncenin son beş asırda hareketliliğini yitirdiğini, zamanımızda meydana gelen gelişmeler karşısında dinî düşüncenin yeniden kurulmasının elzem olduğunu ifade etmektedir. Bunun için de geleneksel yapının tenkit edilmesi ve tefekkürün gelişmeler ışığında yeniden inşa edilmesi yoluyla yapılabileceğine işaret eder.

Türkiye’ye de büyük ilgi duyan İkbal aynı zamanda Mevlânâ’ya da hayranlığını ifade etmektedir. Trablusgarp, Balkan, Birinci Dünya Savaşı ve Millî Mücadele dönemlerinde gösterilen kahramanlıklardan övgüyle söz eder. 1922’de saltanatın kaldırılarak hilâfetin devam ettirilmesini destekler; ancak, sonraki Batılılaşma hareketlerini üzüntüyle karşılar. Bu görüşlerini Cavidname adlı eserinde dile getirir. 1934 yılında gırtlak kanserine yakalandıktan sonra sesini yitirdi. Gözleri de iyice zayıflayan İkbal 1938 yılında vefat etti. Naaşı, Lahor Mescid-i Şahi bahçesine defnedildi.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*