Türkiye’nin “adalet sicili”

alt

“İleri demokrasi” iddialarına karşı, “yeni Anayasa” çalışmalarının âdeta geçiştirildiği süreçte, “yargı reformu”nda da Türkiye’nin yaya kaldığı, AB ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) ardı ardına uyarılarıyla ortaya çıkıyor.

Bu süreçte kamuoyunda büyük tartışmalara yol açan “3. yargı paketi” hâlâ yasalaşmayı bekliyor. Gerçi yaklaşık 100 maddelik “paket”in bir reform niteliği taşımadığı bizzat Adalet Bakanı tarafından ikrar edilmişti. Ancak sözkonusu “değişiklik”le, “darbe teşebbüsü ve darbeye ortam hazırlama” iddialarıyla yargılanan birçok “Ergenekon” ve “Balyoz” sanığının tahliye olması durumu, ciddî handikapları gündeme getiriyor.

Belli ki “paket”, yargıyı âdeta topyekûn sürüncemede bırakıp felç eden, yüksek yargıdan yerel mahkemelere milyonlarca dosyanın sırada beklediği, on yıl süren ve hâlen hüküm bekleyen dâvâlardaki haksızlık ve “zaman aşımı” ile soruşturmasından iddianâmesine kadar apar-topar hazırlanan “dosyalar” arasında sıkışmış. Mâkul ve âdil bir çözüm bulmuş değil. Bilindiği gibi daha önce de Türkiye’nin demokrasi indeksinde 167 ülke arasında 89 ve basın özgürlüğünde 106. sırada olması, demokrasi ve özgürlükler karnesini okutturmuş; 2011 yılında Türkiye’de en önemli hak ihlâllerinin düşünce ve ifâdeye yönelik gerçekleştiği, AİHM’de bekleyen 153 bin 850 başvurunun 16 bin 800’ünün Türkiye’den gittiği belirtilmişti.

Türkiye’nin daha düne kadar birer demirperde ülkesi olan Polonya, Romanya ve Ukrayna kategorisinde yer aldığı bildirilmişti. AB’ye söz verilen demokratikleşme ve özgürlüklerde olduğu gibi “yargı reformu”nda da son dokuz yıldır ciddî bir mesâfe alınmadığını ortaya koymuştu…

AİHM İSTATİSTİKLERİ…

AİHM’nin yayınladığı Türkiye ile ilgili istatistikler de aynı vaziyeti ele veriyor. Mahkeme’nin İnsan Hakları Daire Başkanlığı’nın bilhassa hâkim ve savcıların yararlanması için kurduğu sitede, AİHM’e taraf 47 ülke arasında Türkiye’nin 2 bin 400 mahkûmiyetle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni (AİHS) en çok ihlâl eden ülke olarak kayıtlara geçmesi, “yargı sicili”ni ortaya koyuyor.

Buna göre Türkiye, çok sayıda alanda en çok mahkûm olma ünvânını almış. Başta “âdil yargılanma hakkı” ve “ifâde özgürlüğü” olmak üzere, “yaşam hakkı”, “işkence ve kötü muamele”, “etkin soruşturma yokluğu”, “özgürlük ve güvenlik hakkı”, “toplantı ve gösteri özgürlüğü”, “mülkiyet hakkı” alanlarındaki ihlâllerde 611 kez mahkûmiyetle “birinci.”

Keza Türkiye ile ilgili başvuruların yüzde 65’inin sonuçlandırılmasına mukabil, 26 bin 929 başvurunun (yüzde 59) kabul edilemez bulunup kayıttan düşürülmesine rağmen hâlen aleyhteki 15 bin 940 başvurunun henüz karara bağlanmadığı bilgisi, vaziyeti ele veriyor.

Bu bakımdan Adalet Bakanı’nın yeni “4. yargı paketi” ile, AİHM kararlarında işâret edilen insan hakkı ihlâllerinin giderilmesine yönelik adım atılacağını söylemesi, kayda değer.

Ne var ki “yeni paket”te, Bakan’ın ifâdesiyle “kadınların evlenmeden önceki soyadlarını, sonuna eşlerinin soyadı eklenmeksizin kullanmasına imkân tanınacağı” benzeri “magazinel düzenlemeler”den öte duruşma öncesi gözaltıların, uzun süreli tutuklulukların önüne geçileceğine, çokça eleştiri alan özel yetkili mahkemelerin yetkilerinin ne tarzda daraltılacağına dair irâde yine belirsiz ve yetersiz…

Halbuki Cumhurbaşkanı’ndan Meclis Başkanı’na kadar herkes, yargıçların AİHM kararlarını ve içtihatlarını tâkip etmediğinden şikâyetçi. Avrupa Konseyi Proje Müdürü Mahir Mushteidzada, ancak AİHM içtihatlarının ve AHİS hükümlerinin ulusal yargılamada dikkatle ele alınması ve iç hukuk haline getirilmesi halinde Strasbourg’a yapılan başvurularda önemli azalma olacağını nazara veriyor. AİHM içtihatlarına ilişkin ilkelerin hayata geçirilmesi için iç hukukta çözümler bulunması ve uygulanmasının önemini vurguluyor.

KÖKLÜ “YARGI REFORMU”

Ancak bütün bunlara karşı Adalet Bakanı, önceki çağrıları gibi bir kez daha yargının AİHM içtihadlarını dikkate almasını, yine bir “temenni” ve “beklenti” olarak dile getirmekle kalıyor.

Oysa Anayasa’nın 90. maddesi, “Türkiye’nin temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası hükümleri ve anlaşmaları kanun hükmünde” sayıp, iç hukuku bağladığını ve “uyulması esâsı”nı teminat altına alıyor.

Türkiye, AB müktesebatına dair “ulusal program”da AİHS hükümleri ve AİHM içtihadları ışığında “yargı reformu”nu taahhüt etmiş. Düşünce ve ifâde özgürlüğünün AB uygulamaları ışığında geliştirilmesiyle “yargı sicili”ni düzeltme vaadini vermiş.

Bunun için, yargı mensuplarının hukuk devleti ilkesi ve evrensel hukuk değerleri anlayışıyla, kamu görevlilerinin insan hakları ve özgürlükleri alanlarında eğitilmeleri ve bilinçlendirilmeleriyle, yargıda işlevsel verimliliğin ve uygulamada yeknesaklığın sağlanması şart.
Bu açıdan Türkiye’nin handikapları aşıp AB hukukunu hayata geçirecek; Bediüzzaman’ın târifiyle, “adâletin birinci şartı” olan, “hürriyet-i tamme ile (tam özgür olmakla) hürriyetini muhâfaza eden ve te’sirât-ı hâriciyeden (dış etkilerden) bütün bütün âzâde (hür-bağımsız), tarafgirlik şâibesinden müberrâ (uzak/arınmış) ve gâyet bîtarafâne (tarafsız) adâlet” için, gerçek ve köklü “adâlet reformu”nu başarması gerekiyor. (Tarihçe-i Hayat, 201-202)

Aksi halde, yine yamalı yasalarla ve yarım yamalak yeniliklerle “yargı reformu” olmaz…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*